Sûre Kelimesinin Anlamı
Sûre kelimesinin lügat manası, yüksek rütbe, mevki, şeref, binanın kısmı veya katları manasına gelir. [63] Çoğulu "Sûver" dir. Cahiliyye devri şâirlerinden olan en-Nâbiga ez-Zübyânî, bir beytinde sûre kelimesini çok yüksek ve şerefli mevki manasında kullanmıştır.
» "Görmüyormusun Allah sana öyle bir mevki vermiş ki, o mevkinin altnda bütün kıratların bocalamakta olduklarını görürsün." [64]
Kur'ân-ı Kerim biri diğeri tarafından kesilmiş 114 sûreye ayrılmıştır. Bina katlarına sûre denildiğinden dolayı, Kur'ân-ın muhtelif kısım ve tabakaları teşkil eden parçalarına da böylece sûre adı verilmiştir. Her sûre Allah'ın Kelâmını ihtiva ettiğinden ve yüksek bir mevki işgal etmiş bulunduğundan bu ismi almış olması kuvvetle muhtemeldir. Müsteşrik Nöldeke, bu kelimenin aslının yeni İbrânice Sura (sıra) dan geldiğini, , H. Hirschfeld ise ibranice "seder" kelimesinin bozulmuş şekli olduğunu söylemektedir. F. Buhl ise, bu kelimenin menşeini göstermek için girişilen tecrübelere rağmen, nereden geldiğini bilmiyoruz demekle, yukar-daki iki müsteşrikin görüşünü kabul edemiyeceğini itiraf etmektedir.[65]
Kur'ân-ı Kerim âyetlerinde geçen sûre kelimesinin, muhteva bakımından ifadesi, Kur'ân tabiriyle aynı manadadır. Fakat dilin daha sonraki zamanlardaki kullanılışında, bu iki kelime birbirinden ayrılmıştır. "Kur'an" kelimesi yazı ile tesbit edilmiş ve bir araya getirilmiş vahiylerin adı olmuş, "sûre" ise, başlangıçta herbiri bir vahye delalet eden, fakat sonra Kur'ân-ın birçok vahy veya vahy parçalarından teşekkül eden kısımlarını ifade için kullanılmıştır.
Sûrelerin Tertibi
Sûrelerin tertibi hususunda islâm bilginleri arasında geniş bir ihtilaf vardır. Bazıları mevcut tertibin Hz. Peygamber tarafından yapıldığını, yani tertibin tevkifi olduğunu ileri sürerken, bazıları da, bu tertibin sahabenin içtihadlarıyle meydana geldiğini söylemektedirler. Her iki görüşü uzlaştırıcı mahiyette, bu tertibin kısmen Hz. Peygamber tarafından kısmen de sahabanin içtihadiyle meydana geldiğini söyleyen üçüncü bir görüş te mevcuttur.
Tertibin tevkifi olduğunu ileri sürenler, Hz. Osman zamanında yazılan ve imam ismi verilen mushafın bütün sahabe tarafından icmaen kabul edildiğini ona muhalefet edilmediğini ve diğer şahıs mushaflarının yakılmasının onun tevkifiliğine kâfi geleceğini söylemektedirler. Bu görüşü Ebû Ca'fer en-Nahhâs ve Ebû Bekr el-Enbârî desteklemektedirler. Tertibin, Sahabe içtihadına dayandığını kabul eden görüş sahihleri, sahabe elinde bulunan mushafların çeşitli tertiblerde oluşunu misal getirmektedirler. Bu görüşü de İmâm Mâlik desteklemektedir. Her iki görüşü birleştirmeye çalışan üçüncü görüş ise el-Kâdi Ebû Muhammcd b. Atiyyen'inkidir" sûrelerden çoğunun tertibi Hz. Peygamber zamanında biliniyordu. Seb'i tivâl, hamimler ve mufassallar gibi, bunun dışında kalanlar da ümmete râci kılınabilir" demektedir.
Zikrettiğimiz şu görüşlerin münakaşa edilebilecek tarafları mevcuttur. Hz. Osman'ın imam mushafı üzerine yapılan icmâ, sûrelerin ter-tertibinin tevkifi olduğuna delalet eder mi? Zira icmada sûrelerin tertibi şart koşulmuş mudur? bunu bilmiyoruz. Şahısların tertib ettikleri nıushaflarda bazı tertip ayrılıkları görülürse de, bu görülen ayrılıklar sûrelerin tevkifi olmadığına delalet edebilir mi? Delalet etmeyebilir de, Çünkü, bu mushafların sahipleri mushaflarını müslümanlar için değil kendi şahısları için tertip etmişlerdi. Hz. Osmanın, imam mushafı kabul edilince, bu mushafların sahihleri de mushaflarını terk ve yakılmalarına ınüsâde etmişlerdi. [66]
Sûreler uzunluklarına göre de tasnif edilirler: el-Fâtiha'dan sonra gelen 7 uzun sureye "es-Seb'u't-Tıvâl" denir. Ayetleri yüzden fazla veya buna yakın olan surelere "el-Mi'ûn", âyetleri yüzden az olan sûrelere "el-Mesâni", daha sonra kısa ve besmeleli fasılalar çok olan sureler vardır ki bunlara da "el-Mufassal" denir, el Mufassal da, et-Tı-val (uzun), el-Avsat (orta), el-kısâr (kısa) diye üç bölüme ayrılır.
Sûrelerin İsimleri
Sûreler isimlerini, ihtiva ettikleri garib bir kelimeden veya ifade et ikleri manadan alırlar. Bu bakımdan bazı sûrelerin birden fazla ismi vardır. Meselâ Fatiha sûresine yirmi kadar isim verilmiştir (Fâtihatu'l-kitâb, es-Seb'ul'l-Mesâni, Ummu'l-Kitâb, el-Kâfiye, el-Esâs, ed-Dua.... gibi). el-Enfâl sûresinin diğer bir ismi Bedr, İsra suresinin ki ise Subhân, en-Neml'in ki Süleyman, Fâtırın ki el-Melâikedir.
Bazen de iki veya ikiden fazla sûrelere müşterek bir isim verilmiştir. Meselâ, el-Bakara ve Âl-i İmrân surelerine ez-Zahrâvân, el-Falak ve en-Nâs surelerine el-Muavvizetân denildiği gibi.
Geçmiş Peygamberlere ait kıssaları ihtiva eden sûreler adı geçen . Peygamberlerin adlarıyle isimlendirilmişlerdir. Nuh, Hûd, ibrahim, Yusuf ve Muhammed sûreleri gibi.
Yine çeşitli kavim ve kabilelerden bahseden sureler ise, bunların isimleriyle adlandırılmışlardır. Benû İsrail, el-Melâike, el-Cin, el-Münafikûn, el-Mutaffifûn... gibi. Bütün bunlara rağmen, sûrelerin, içindeki mevzulara göre, adlandırılması mutlaka şart değildir. Meselâ, Musa-dan bahseden Tâ Ha, Kasas ve el-A'raf sûrelerinin hiç biri Musa suresi diye isimlendirilmemiştir.
Mekkî ve Medenî Sûreler
Sûrelerin Mekkî ve Medenî oluşu hakkındaki görüşler üç grubda toplanmaktadır.
1- Vahyin nazil olduğu mekan dikkate alınarak yapılan taksim:
Mekkede nazil olan âyetler "el-Mekkî", Medine de nazil olanlar ise "el-Me-denî"dir. Melekenin civarı olan Minâ, Arafat ve Hudeybiye gibi yerlerde nazil olanlar Mekkî, Bedir ve Uhut gibi Mediııeye yakın olan bölgelerde nazil alanlar Medenî addedilirler. Bunbırın dışındaki yerlerde ve seferlerde âyetler nazil olmuştur. Bu bakımdan, bu tarif bütünü kapsayamamak-tadır. el-Mekkî ve el-Medenî taksiminin dışında es-Seferî gibi bir bölüm de ayırmak icab etmektedir.
2- Hicret nazarı itibare alınarak yapılan taksim:
Bu görüşe göre hicretten evvel nazil olan vahyler el-Mekkî, hicretten sonrakiler de el-Medenî addedilmişlerdir. Meşhur olan da bu görüştür. Bu görüşe göre hicretten sonra Mekkede nazil olan âyetler de Medenî addedilmiştir. Bu tarif, nazil olan bütün vahiyleri iki bölümde ihata edebilmektedir. Geniş ihata kabiliyeti olmasından dolayı alimler arasında rağbet görmüştür.
3- Muhatablar nazarı dikkata alınarak yapılan taksim: Bu görüşe göre Mekkelilere hitab eden âyetler, "Mekkî", Medinelilere hitab eden âyetler de "Medeni" dir.
Bu taksim diğer bir deyimle şöyle de ifade edebilir: Mekke ahalisi üzerine küfür galib geldiğinden onlara" ya eyyü-hennâsu" ile hitab olundu. Medine halkına da iman gelebe ettiği için "ya eyyühellezine âmenu" formülü ile hitab edildi. Bu görüş te, bütün âyetleri iki bölümde ihata edecek mahiyette değildir. Mekkî ayetlerde "ya eyyühellezine âmenu" hitabı, Medenî âyetlerde de "ya eyvühennasu" hitablariyle karşılaşmaktayız.
Mekkî ve Medenî Sûreler Arasındaki Farklar
Surelerin Mekkî ve Medenî oluşları hakkında Hz. Peygamberden bir açıklama gelmemiştir. Zira onun sağlığında sahabenin böyle bir
beyana ihtiyacı yoktur. O halde sûrelerin Mekki mi, Medeni mi olduğunu bilmek sahabe ve tâbiûndan gelen haberlere dayanacaktır. Çünkü onlar vahyi müşahede etmişler ve vahiylerin zamanını ve sebebi nüzullerini gözleriyle görmüşlerdi. Böyle olmasına rağmen sûrelerin Mekkî ve Medenî olduğunu gösteren alametler de yok değildir.
1- Kur'ânın 15 sûresinde 33 defa geçen "kella" lafzının
bulunduğu sûreler Mekkîdir. el-Ummânî, bunun hikmetini şöyle anlatır. "Kur?an-ın son yarısının ekserisi Mekkede nazil oldu. Mekkelilerin ekserisi mütekebbir kimselerdi. İşte bu lafızların tekerrürü ile onların durumu reddedilmiş ve onlar tehdit edilmişlerdir."
2- İçinde secde bulunan her sûre Mekkîdir.
3- el-Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri hariç -ki bunlar Medenidir-başlarında heca harfleri bulunan sûreler Mekkîdir.
4- el-Bakara sûresi hariç, içinde peygamberlerin ve geçmiş milletlerin kıssalarından bahseden her sûre Mekkîdir.
5- el-Bakara sûresi hariç-içinde Adem ve İblis kıssasını ihtiva eden her sûre Mekkîdir.
6- "Ya eyyühennasu" ibaresi bulunan ve "ya eyyühellezine âme-nu" bulunmayan sûreler Mekkîdir. Bunların istisnaları olduğunu daha evvelce görmüştük.
Aşağıdaki alemetleri ihtiva eden sûreler de Medenîdir:
1- Hudud ve miras payları (ferâiz) ihtiva eden sûreler
2- Cihâda izin ve cihâd hükümlerini ihtiva eden sûreler,
3- el-Ankebût sûresi hariç, içinde münafıklardan bahseden her sûre Medenîdir. Tahkike göre, el-Ankebut sûresi Mekkîdir. Ancak içinde münafıkların bahsedildiği ilk 11 âyeti Medenidir. [67]
Bunlardan başka Mekki ve Medenî sûreler arasında bir takım ayırt edici özellikler daha vardır ki, bunlar mana ve belagatla ilgili olduklarından daha fazla incelikleri ihtiva ederler.
Mekke ehline hitab eden sûreler kısa ve vecizdirler. Çünkü onun muhatabları fesahat ehli idiler. Milletin ve ferdin terbiyesi için, geçmiş milletlerden ve Peygamberlerden örnekler vererek, tedrici olarak ıslah yolunu tercih etmiştir. Onların şirk ve putperestliğine karşı, açık deliller vermek suretiyle karşı hücuma geçmiş ve onların körü körüne eskilere bağlılıklarını yermiştir. Allah'ın birliği peygamberleri, öldükten sonra dirilme ve ceza gibi hususlarda, muarızların akidelerinin bozukluklarını delillerle isbat edip onları doğru yola davet eder. Kendi varlığını ve birliğini afakî ve enfüsi delillerle isbata çalışır.
Medinelilere hitab eden sûreler ise, şeriatın vaz'ı ve tatbiki, ibâdât ve muamelât üzerinde durur. Ehli Kitabdan olan yahudi ve hristiyanların inanç!arındaki sapkınlıkları, işledikleri cinayetleri ve kitablarında yaptıkları tahrifleri beyân eder. Mekkî sûrelerde görülen vecizlik, Medeni surelerde aksine dönerek itnâb ve tatvil yolu tutulmuştur. [68] Kısaca, Mekkî sûreler, Allaha, meleklere, elçiye, ahirete ve kitaplarına iman gibi asil olan esaslarıyla, fertlere sağlam ahlâkı ve onları şahsiyet sahibi yapmayı hedef edinir. Medenî Sûrelerde ise, yukarıda zikredilen esaslarla beraber, aile ve cemiyet içindeki durum ve vazifeler gelir. Bundan başka cemiyetlerin cemiyetlere karsı vaziflerini de ele alır.
Ayrıca Mekkî ve Medenî süreler dört nev'e ayrılır:
1- Sûrenin tamamı Mekkî olur.
2- Sûrenin tamamı Medenî olur.
3- Mekkî olan sûre için de bazı Medenî âyetler bulunur.
4- Medenî olan sûre içinde Mekkî âyetler bulunur.
Böyle bir nevi ayırımını yaptıktan sonra, sûrelerin kaç tanesi Mekki kaç tanesi Medenî veya kaçtanesinin karışık olduğu üzerinde de ulema ittifak edememişlerdir. [69] es-Suyûtî'ye göre 82 tanesi Mekki, 20 tanesi Medeni ve geriye kalan 12 tanesi ihtilaflıdır. Ubeyy b. Ka'b'a göre 87 si Mekki, 27 si Medenidir. Nöldekeye göre 90 Mekkî, 24 tanesi de Medenîdir. Mısır Meliki Fuâtın 1342 de ilmi bir heyete tetkik ettirerek bastırdığı mushafa göre sûrelerin 86 sı Mekkî, 28 i Medenîdir. Bu mushafın her sûresi başında, sûrenin mekkî veya medenî oluşu, Mekkî sûrelerde medenî olan âyetler, medenî, sûrelerde mekkî olan âyetler, her sûrenin hangi sûreden sonra nazil olduğu, her sûrenin ihtiva ettiği âyet sayısı bildirilmektedir.
Kur'an'ın Yazı ile Tesbiti
Kur'ânı Kerim, hâdiselere uygun olarak zaman 'aralıklarıyle kısım kısım 23 sene zarfında tamamlanmıştır. Kendisine nazil olan vahiyleri
Hz. Peygamber derhal vahiy kâtiblerine yazdırmıştır. Kendisi okuma ve yazma bilmeyen bir ümmi idi. Bu hususu Kur'ân-ı Kerim şöyle açıklar.
» "Sen bundan [yani Kur'ân'dan] evvel bir kitab okumamış ve sağ elinle de yazma mistin" [Ankebût - 48]
» "Onlar ki ümmi olan resul ve nebiye tâbi olurlar..." [A'râf - 157]
Onun ümmi olduğunu târih bütün açıklığı ile göstermektedir. Hz. Peygamber, nazil olan Kur'âıı âyetlerini hafızasında tutar,
derhal vahy kâtiblerine yazdırır, hem yanındakilere ve hem de namazlarda okurdu. Bu bakımdan Kur'ân-ı Kerim, ilâhi kitablar arasında, olduğu gibi kalan, dili değişmeyen ve hiç bir ilâhi kitaba nasîb olmayan bir mazhariyete ulaşmıştır. Hz. Peygamber nazil olan bu münferit kısımların bir kitabda toplanmasının muradı ilâhi olduğunu biliyordu. Bizzat Kur'ân bunu teyid etmektedir.
» "Bu kitab, çok kerim bir Kur'ândır, masun ve mahfuz bir kitâbdır. ona yalnız temiz olanlar dokunabilir.
[Vâkıa - 77-79]
Bu âyette ona pak olanlar dokunabilir dediğine göre, onun mutlaka bir şey üzerinde yazılı olmasını icâb ettirir. Fakat bu vahiy, Peygamberin hayatı müddetince devam edeceğinden bir kitab halinde bir araya getirilemiyordu. Kur'ân-ı Kerimin iki kapak arasında resmi bir mecmua veya bir kitap halinde toplanabilmesi ancak o muhterem zatın vefatından sonra mümkün olabilmiştir.
Yukarıda Hz. Peygamberin, kendisine vahiy geldikçe, gelen vahiyleri, vahiy kâtiblerine yazdırdığını söylemiştik.
Hz. Peygamberin gelen vahiyleri vahiy kâtiplerine vazdırdığına dair haberler, gerek hadis ve gerekse târih kitablarmda yer almaktadır. Bir haberde Hz. Berâ şöyle demektedir:
»"Resulü Ekrem âyeti nazil olduğu zaman,bana falanı çağırın, çağrılan şahıs mürekkeb, kalem ve üzerine yazı azılacak malzeme ile geldiğinde ona, yaz dedi". [70]
Hz. Peygamberin vefatından sonra, Hz. Ebû Bekr devrinde, Kur'ân-ın cemi esnasında yazılı oları âyetlerle birlikte iki şahit getirilmesi istenmişti. Gelen vahyi, yazma işi islâmın ilk devirlerinde dahi görülür.
İlk Müslümanlardan olan Hz. Ömerin Müslüman oluşunu İhn Hişam tarihinde anlatırken kız kardeşinin elinde "Ta Ha) sûresinden yazılmış bir sahife olduğunu zikretmektedir. [71] Yine hadis mecmualarında bulunan bir habere göre "biz düşman toprağına sefere çıktığımızda, Kur'ân nüshalarını taşımaktan nehyolunmuştuk. Bunun sebebi, o müshaların düşman eline geçmesi korkusu idi". [72] Hz. Peygamberin" "benden Kur'ân'dan başka bir şey yazmayın, eğer Kur'ân'dan başka birşey yazdınız sa, onu imha edin" [73] demesine rağmen asrı saadette bazı şahısların hadisleri yazdıklarına dâir, haberler mevcuttur [74] T. Nöldeke de, milâdi 622 yılından evvel bile Kur'ân-ın yazılmış kısımları vardır. [75] demektedir.
Bazı batılı müsteşrikler, bilhassa Arthur Jeffery neşretmiş olduğu İbıı Ebi Davud'un, Kitâbu'l-Mesâhif adlı eserinin mukaddimesinde, Peygamber vefat ettiği zaman kavmin elinde Kur'ânın yazılı olarak bulunmadığını zikretmektedir. Sözünün doğruluğunu da isbât edebilmek için şunu delil getirmektedir: "Hz. Ebû Bekrin hilafetinde Yemâme muharebelerinde bir çok kurrâ şehit düşmekte ve bu durum karşısında Hz. Ömer Kur'ân-ın zayi olacağından korkmakta ve bu endişesini Ebû Bekre izhar etmektedir. Jeffery bu habere istinad ederek, eğer Kur'ân Peygamberin sağlığında yazılı olsaydı, Ömer'in böyle bir endişeye düşmesine lüzum hasıl olurmuydu ? diye bir sual sorup, bu suale yine kendisi şöyle cevap vermektedir. Kur'ân yazılı olmadığından böyle bir endişeye lüzum duyulmuştur.[76]
Burada Jeffery'in gayesi ne olursa olsun, o ve onun gibi düşünenler, bazı esasları anlamadıkları veya anlamak istemedikleri anlaşılmaktadır. Çünkü İslâmiyetin başlangıcından itibaren,
Kur'ân-ın ulaşmış olduğu mazhariyeti gölgelendirip, onu Müslümanlar ve Müslümanların gayri olan topluluklarda değerini düşürmek veya bir hiç meıızelesine indirmek, İslâmiyete karşı olan gayzını ifade için Kur'ân Peygamberin tasnif ettiği bir kitabdır. Hatta onu söyleyen meczubun biridir veya kitabdaki sözleri falan dine mensûb olan birinden alınmıştır [77], demeleri, yâni Kur'ânı tamamen inkâr metodu artık muhatablarını ikna etmek şöyle dursun, bu metodu ihdas, edenleri aldatmaktan başka bir faydası olmamıştır.
O halde başka bir yola baş vurmak lâzımdır, îşte başvurulan, bu yeni metodu Jeffery'de görmekteyiz. Bahsettiğimiz eski metodda gaye, Kur'ânı Kerimin bir Kelâm-ı ilâhi olduğunu reddedip, onu kendi mukaddes kitablarından çok aşağ bir dereceye indirmektir. Şimdiye kadar bu metod bir netice vermeyince, hiç olmazsa Kur'ân'ı elde mevcûd mukaddes kitabları seviyesine yükseltmek istemektedirler. Zâten onlar Kur'ân'ı kendi kitabları zaviyesinden inceledikleri için onu müphem ve anlaşılmaz bulurlar. Carra de Vaux "Kur'ân'ı çok müphem buluyorum. O hemen hemen hiç bir hâs ismi ihtiva etmemekte" [78] olduğunu söylerken, biraz sonra da "Bu mukaddes kitabda Peygamberin kendisi hâriç, onun devrine ait iki şahsın ismi vardır. Onlar da Zeyd ve Ebû Leheb'dir" [79] demektedir. İşte bu misal onların hala dini taassuptan kurtulamadıklarını göstermektedir. Bu yeni metodun gayesi, bir taraftan Kur'ân'ın başlangıcındaki bir esası sarsmak, diğer taraftan da kendi mukaddes kitablarının, Kur'ân sayesinde asalet ve nezahetini temin etmektir. Bu da ancak başlangıçta kitabeti inkâr, sadece işitmeye hasretmekle temin edilebilecektir. Jeffery'in bu fikrini, Kahire Üniversitesi Profesörlerinden Dr. M. A. Draz şiddetle reddetmektedir. [80]
Yukarki fikri savunanlar bilmiyorlar mı ki, islâmiyetin zuhurunda ve bilhassa Kur'ânın öğrenilip öğretilmesinde, kitabetle sema aynı derecede beraber gitmiş dir. Hatta ilk günlerde, sahabe hadis kitabetinden men olunduğu zaman, ancak Kur'ân kitabetine müsade edilmişti. Buna ait vesika boldur. R. Blachere "Müslümanlığın ilk neslinin, vahiy metnini muhafaza hususundaki meşgalelerini gösteren haberler boldur. Bunlardan bazıları, bu tesbit isinin yazı ile olduğunu diğer bir kısmı ise şifahi olduğuna delalet etmektedir'' [81] derken, yine aynı sahifede vehiy kâtiblerinden bahsedip, gelen vahiylerin yazıldığına temayül göstermektedir.
Yine bu şahıs, Muhammed'in yazılı olarak vahiyleri tesbit etme fikrini, yahudi ve hris-tiyanlardan görüp almış olduğunu zikretmektedir.[82] Bu husustaki şu fikrin Hz. Peygamber tarafından yabancılardan alınmadığını, fikrin bizatihi kitabın kendisinde bulunduğunu evvelce söylemiştik. Blacherin buradaki sözlerinden elde edeceğimiz netice, Peygamberin, vahiyleri vazı ile tesbit ettirmiş olmasıdır.