Kur'an-ı Kerim
Tefsir Dersleri
Kur'an Meâli
Sûrelerin Nüzûlü
Secaventler
Secde Ayetleri
Hatim Dûası
Mekki Sûreler
Medeni Sûreler
Kur'an Hakkında
Konu İndeksi
   
KUR'AN-I KERİM

KUR'AN-I KERİM HAKKINDA GENEL BİLGİ

Kur'an'ın Anlamı Tarifi ve Diğer İsimleri

Kur'ân Kelimesinin Anlamı

Kur'ân kelimesinin kökü ve manası hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Müslüman âlimler arasında bu kelimenin hemzeli veya hemzesiz oluşu bakımından iki görüşle karşı karşıya bulunmaktayız.

Kur'ân kelimesinin hemzesiz olduğunu iddia edenlerin görüşünü şöyle tanımlayabiliriz:
a - Kur'ân kelimesi karine kelimesinin çoğulu olan el-Karâin kelimesinden türemiştir. Zira onun âyetlerinin lıazısı bazısına benzer, bazısı bazına karinedir. Açıktır ki el-Karâin kelimesi hemzesizdir ve bu kelimedeki "NUN" harfi aslidir. Bu görüşü, Ebû Zekeriyyâ Yahya ibn Ziyâd el-Ferrâ (Ö. 207/822) savunmaktadır. [1]
b - Kur'ân lafzı mürteceldir (yani, hemzesiz ve "Elif Lam" ile muarreftir). Hiç bir kelimeden müştak değildir. Hazreti Muhammede inen Kelâm için alenidir. Bu görüşü, Meşhur İmâm Muhammed ibn İdrîs eş-Şâ-fi'i (Ö. 204 /819) ileri sürmektedir. Ona göre Kur'ân kelimesi "Karaa" dan türememiştir. Eğer oradan türemiş olsaydı her okunan şeyin Kur'ân olması icab ederdi. Halbuki Kur'ân lafzı, Tevrat ve İncil gibi, Hazreti Pevgambere indirilen Kelâm'ın ismidir. [2]
c - Kur'ân lafzı bir şeyi diğer bir şeye yaklaştırmak manasını ifade eden " Karan " fiilinden türemiştir. Zira sûreler ve âyetler bazısı, bazısı üzerine zammedilmişlerdir. Bu tezi Ebû'l-Hasen el-Eş'arî (ö. 324/936) savunmaktadır, [3] Ebu Bekr ibn Mücâhid (ö. 324 /936) de, Ebû Amr ibn el-Alâ (ö. 154 / 771) Kur'ân lafzını hemzelemezdi, demektedir. [4]

Kur'ân kelimesinin hemzeli olduğunu iddia edenlerin görüşleri de şöyledir:
a -Kur'ân lafzı "FÜĞLAN" veznindedir ve hemzelidir. Toplama manasına gelen "KÛRA" kelimesinden türemedir. Bu tezi Ebû îshak ez-Zeccâc (ö. 311/923) ileri sürmektedir. [5]
b - Kur'ân kelimesi "ĞUFRAN" vezninde mehmuz bir mastardır ve "TELA" manasında olan "KARÂ" den türemiştir. Bu görüşü Ebû'l-Hasen Ali ibn Hazım el-Lihyânı (ö. 215/830) savunmaktadır. [6]
Bu görüşe göre Kur'ân lügatte okumak kelimesinin müradifi olan masdardır. Bu hususu bizzat Kur'ân-ı Kerim kendisi açık bir şekilde desteklemektedir.
   » "Onu [göğsünde] toplamak onu [dilinde akıtıb] okutmak şüphesiz bize aittir, öyleyse biz onu okuduğumuz vakit, sen onun kıraatına uy." [7]
Buradaki okumak manası daha ziyade ezberden okumak anlamınadır. Demek oluyor ki, bu görüşe göre Kur'ân kelimesi "KARÂ" kökünden gelmekte, masdar anlamından nakledilip, masdarın ismi mefûl anlamını taşıyan ve Hazreti Peygambere indirilen mu'ciz kelâmın ismi olmaktadır.
İslâm âlimleri arasında en kuvvetli ve en tercih edilen görüş budur. [8] Kur'ân kelimesinin hemzesiz okunuşu, onu hafifletmek içindir, yoksa onun hemzesiz olduğuna delalet etmez. [9]


Kur'ân-ı Kerimin Tarifi

Kur'ânı Kerimin, başka başka yönleri ve vasıfları ele alınarak çeşitli tarifleri yapılmıştır. Bu tarifler onun bütün vasıflarını içine alacak bir tarif değildir, işte onlardan bir kaç tanesi:
a - Hazreti Peygambere vahy yoluyla indirilmiş mushaflarda yazılmış, tevatürle nakledilmiş, tilavetiyle taabbüd olunan mu'ciz kelâmdır. [10]
b - el-Fâtiha suresinden en-Nâs sûresinin sonuna kadar, Hazreti Muhammed'e indirilmiş, kendine hâs özellikleri ihtiva eden mümtaz lafızlardır [11
c - Hazreti Peygambere gelen vahiyleri ihtiva eden mukaddes bir kitabdır.
Bütün müslümanların şüphe etmedikleri bir husus, Kur'anın Allah Kelâmı oluşudur. Bununla beraber İslâmda mütekellimler ve usûl-cüler arasında Kur'ân-ı tanımlama bakımından bazı görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Kur'ân lafzı, Kur'ân'ın tamamına delalet ettiği gibi, bir kısmına veya bir âyetine de delalet edebilir.

   İşte tariflerdeki ufak tefek ayrılıklar bu gibi sebeplerden ileri gelmektedir. Birinci tarif, Kur'anın Hazreti Peygambere indirilişini, Mushaflara yazılmış oluşunu ve bunun tevatürle tesbit edilişini ve İ'cazmı ihtiva etmektedir, ikinci tarif, Onun muhtevasını ve mahlûk olmadığını, üçüncü tarif ise, Onun Vahy mahsulü oluşu ve kudsiyyet kazanışını belirtmektedir.
   Kur'ân-ı Kerim'in şunlardan başka daha birçok özellikleri bulunabilir. Fakat şu zikredilenler en önde gelenleridir. Bazıları da inzal ve İ'caz vasıflarıyla yetinmişlerdir. O halde Kur'ân-ı genel olarak, yirmi üç senelik Peygamberlik müddeti içinde Hazreti Muhammede çeşitli vesilelerle, vahy yoluyla zaman zaman Allah tarafından indirilen sözlerin bir mecmuası şeklinde tarif edebiliriz.
   Yazı ile tesbit edilmiş bulunan bu makaddes mecmuaya el-Mushaf denir. İslâm ansiklopedisine "Mushaf" maddesini yazan A. J. Wensick, bu kelimenin habeşçeden alındığını ileri sürer. T. Nöldeke'-de mushaf kelimesinin "Mişhaf ve "Maşhaf" şekillerinde'olduğunu söyler. Bazı gramercilere göre bunlar ve bilhassa son şekil pek doğru değildir. [12] Yazı ile tesbit edilip iki kapak arasında cildlenen bu yapraklara "sahifa" denir.


Kur'ânı Kerimin diğer îsimleri

Bu mukaddes Kitabın çeşitli isimleri olup, bunlar arasında en çok kullanılanı Kur'ân'dır. Ona verilen bu çeşitli isimler bizzat Kur'ân içerisinde bol bol zikredilir. Bunlardan bazısı isim bazısı da vasıftır. Bunların isim veya vasıf olduğunu ayırt etmeksizin 90 küsur isim olduğunu söyleyenler olmuşsa da el-Burhan sahibi ez-Zerkeşi, "el-Kâdi Ebû'l-Maâli'den naklen bilinki Allah Taala Kur' ân-ı 55 isimle tesmiye etmiştir" demektedir. [13]
Şimdi bunların meşhur olanlarından birkaçtanesini görelim.
a- el-Kitâb : Bu lafız Kur'ânda 230 defa geçmektedir. Bunlar açık bir şekilde Kur'âna delalet etmektedir. Meselâ :
"Elif. Lam. Mim. Bu o kitabdır ki kendisinde (Allah tarafından gönderilmiş olduğunda) hiç şüphe yoktur. (O) takva sahipleri için doğru yolun ta kendisidir." [14]
el-Kitab lafzının mutlak olarak Tevrat yerine geçeceğini söyleyen ez-Zeccâc "Kitâbullah" lafzının hem Kur'ân, hem de Tevrat yerine olması caizdir demektedir. el-Lihyânî'nin beyanına göre de el-Kitâb lafzı es-Sahife manasınadır. [15]
Müsteşrik F. Krenkow bu kelimenin araplar tarafından kuzey komşularından alındığını iddia etmektedir. [16]
b- Ummu'l-Kitâb : Bu kelime Kur'ânda bir kaç manada kullanılmaktadır.
   »"Ha. Mim. (hidayet yolunu) apâşikâr gösteren (şu) kitaba (Kur'âna ) yemin ederim ki, hakikat biz onu (onun manalarını) anlayasınız diye, arabça bir Kur'ân yaptık, Şüphesiz o ( Kur'ân ) nezdimizdeki ana kitab da (Levhi Mahfuzda sabit ) çok yüce, çok hikmetli (bir kitab) dır." [17]
   »"Ondan bir kısım âyetler muhkemdir ki bunlar kitabın anası (temeli) dir. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir." [18] Bu âyetteki Ummü'l-Kitâb, Kur'ân-ı Kerim'in, muhkem (vâzıh, açık) olan âyetleri manasınadır. Bu kelime, Kur'ânı Kerimin ruhunu ve esasını ihtiva eden el-Fâtiha süresine isim olarak da verilir.
c- el-Furkân (ElFurgan): Hâk ile bâtılı tefrik etmek, ayırmak, felah, selâmet manasına olan bu kelime, Kur'ânı Kerimde 6 âyette geçmekte ise de, bu kelimenin manası her yerde kat'î olarak tayin edilememektedir.
   » "Furkanı âlemlerin bir korkutucusu olsun diye kuluna indiren [Allahın şânı ] ne yücedir." [19] Bu âyette furkân kelimesi selamet ve felah anlamını taşımaktadır, Wensick'e göre bu kelime ârâmice "Furkânâ"dan alınmıştır. [20]
d- el-Mesânî : Kur'ânda hikmetler, kıssalar ve mevizeler tekrar edildiği için el-Mesâni lafzıyle tesmiye edilmiştir. Bu lafız Kur'ânda iki defa geçmektedir. [21] Bu kelime Kur ânın bütününü ifade ettiği gibi, hadiste ifade ettiği mana Fatiha süresidir. [22] Bir tefsire görede ilk yedi uzun sûreye bu isim verilmektedir. A. Geiger, ibrânice "Mişna" ârâmice "Maşnişa" kelimelerine dikkati çekmekle, bu kelimenin aslının arapça olmadığını ifade etmektedir. Ona göre, el-Mesâni kelimesiyle Kur'ânın bütünü anlaşılmaktadır. Bu görüş Nöldeke ve Schwally tarafından tasvip edilmiştir. Sprenger ise bu kelimenin izahını ibrânice "Sâna" (tekrar etmek) kelimesine bağlar. Sprengerin bu görüşü de, D. H. Müller, H. Grimme, J. Horovitz tarafından kabul edilmiştir. [23]

   Kur'âna verilen bu isimlerden başka, şu isimler de verilmektedir. : Kelâm, Nur, Hûda, Rahmet, Şifâ, Mev'ize, Zikr, Hikmet, Mühcyymin, Hablullâh, Ahsene'l-Hadis, Fasl, Kayyim, Tenzil, Ruh, Vahy, Beyân, Hakk, Urvetu'l-Vüskâ, Tezkire, Adi, Sıdk, Büşrâ, Kasas, Belâğ, Meeid, Aziz, Beşir.....


El-Vahy

Mukaddes kitabımız Kur'ânı Kerim, Hazreti Peygambere vahy voliyle nazil olmuştur. Vahy kelimesi (v-h-y) fiilinin masdarı olup, lügatte, gizli konuşmak, emretmek, ilham etmek, imâ ve işaret etmek, acele etmek, seslenmek, fısıldamak, mektup yazmak, bilhassa revelasyon yapmak gibi çeşitli anlamlara gelmektedir. [24] Wensick bu kelimenin aslını İbrâni-Ârâmî ve Habeş dillerinde aramaktadır. [25] Kur'ânı kerimde çeşitli manalarda kullanılan bu kelimenin içinde bulundukları âyetleri "gayri ilâhi" ve "ilâhî" olmak üzere iki guruba ayırabiliriz.

Gayrı İlâhi vahy

Buna ait şu âyetleri örnek verebiliriz: Zekeriyya Peygamberin kavmine yaptığı vahy:
   »"Zekeriyya mihrabdan kavminin huzuruna çıktı ve onlara sabah-akşam Allahı teşbih etmeyi vahyetti." ( Meryem - 10 ) âyetindeki vahy kelimesi, imâ ve işaret etmek manasınadır. Keza el-En'âm suresinin 112. âyetinde
   »''Biz böylece insan ve cin şeytanlarını peygamberlere düşman ettikki, bunlar biribirlerini aldatmak maksadiyle süslü ve yalan sözlerini vahyederler. Rabbin istese idi, onlar bunu yapamazlardı." İnsan ve cin şeytanlarının yaptıkları vahyin buradaki manası fısıldamak, gizlice söylemektir. Yine aynı sûrenin 121. âyetinde vahy kelimesi telkin etmek, söylemek, teşvik etmek manasınadır.
   »"Üzerinde Allahın adı zikredilmeyeni yemeyin, çünkü fısk yapmış olursunuz. Şüphesiz şeytanlar dostlarına sizinle mücadele etmesini vahyederler. Eğer onlara itaat ederseniz müşrik olursunuz"


İlâhi Vahy

İlâhî vahyinde Kur'anda bir kaç çeşidine rastlamaktayız:
1- Cansız arza ve semâya hitaben vâki olan vahyler:
» "O gün yer bütün haberlerini anlatacaktır. Çünkü Rabbin kendisine [O veçhile ] vahyetmiştir." [Zilzal 4-5]
»".... Her gökte ona ait emri vahyetti .... " [Fussilet - 12 ]
Buradaki vahy kelimesi, emretti manasınadır.

2- Canlılardan bal arısına vâki olan vahy:
»" Rabbin bal arısına:Dağlardan, ağaçlardan ve [İnsanların sizin için yapacakları] çardaklardan evler [kovanlar ] edinin. Sonra meyvaların [çiçeklerin] herbirinden yeyin, sonra rabbin yolunda inkıyâd ile yürüyün diye vahyetti " [Nahl 68-69 ]
Buradaki vahy kelimesini ilham manasınadır. Buna İslâmda fıtrî ilham denir. Avrupalılar da içgüdü (sevki tabi) diyorlar.

3- "Meleklere hitaben vâki olan vahy:
»"Hani Rabbin meleklere: şüphesiz ki ben sizinle beraberim. Haydi iman eden [O mücahit ] lere sebat ilham edin. Ben kâfirlerin yüreklerine korku salacağım diye vahyediyordu ...." [ Enfal 12 ]

4- İnsanlardan Hz. İsanın havarilerine ve Hz. Mûsanın anasına hitaben vaki olan vahiyler:
» "Hani havarilere: Bana ve resulüme imân edin diye ilham etmiştim. İman ettik, hakiki müslüman olduğumuza sen de şâ-hid ol demişlerdi" [ Maide - 111 ]
Burada geçen vahy kelimesinin manası ima veya emir mahiyetini taşımaktadır.
» "Mûsanın anasına, Onu emzir, ona ait bir tehlike gelince kendisini denize bırak [boğulacağından] korkma [ayrılığından] kederlenme. Çünkü biz onu yine sana geri döndüreceğiz, hem onu Peygamberlerden biri de yapacağız diye vahyetti. " [ Kasas 7 ]
Burada ise vahy kelimesi-Kâdi Beyzâviye göre-ilham (İnspiration) ve rüya (vision) karşılığında kullanılmaktadır. [26]


Hakiki Vahy

Allah Taâla tarafından Peygamberlerine ve bilhassa Hazreti Mu-hammede ulaştırılan vahydir. Dini terim olarak ta anlamı budur. Hazreti Muhammed vahyle insanlara ilk hitab eden şahsiyet değildir, ilâhi vahye mazhar olan. bazı peygamberlerin isimleri Kur'ânı Kerimde bir çok vesilelerle zikredilmektedir. Bunlardan bir tanesini örnek verelim.

» "Nuha ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sanada vahyettik. İbrahim'e, İsmâil'e, İsha-k'a, Yakub'a, Yakub'un torunlarına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik ve Davud'a Zebur verdik." [Nisa 162 ] [27]
Cenabı Hâk prensip olarak insanlarla ancak vahy yoluyle veya perde arkasından veyahutta bir elçi vasıtasiyle konuşmuştur.
» "Vahy ile, yahut perde arkasından veya elçi gönderip oııa kendi izniyle dilediği şeyi vahyetmesi suretlerinden başka hiç bir suretle Allanın konuşması hiç bir insana müyesser olmaz. Şüphesiz ki o, çok yücedir, mutlak bir hüküm ve hikmet sahibidir" [Şura - 51]
Vahyin en mühim muhatabı Hazreti Muhammed olmuştur. Bu hu-susda Kur'ân-ı Kerimde pek çok misaller bulmaktayız.

a) Hem Hazreti Muhammede hem de diğer Peygamberlere ait olup vahy kelimesini ihtiva eden âyetler:
»"Sana kitaptan vahyetmiş olduğumuz haktır ve daha evvelki kitabları tasdik eder." [Fatır 31]
»"Sana ve senden evvelkilere vahyolundu ki..." [ez-Zümer - 65]
»"O size dinden Nuh'a emrettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musay'a ve İsa'ya emrettiğimizi, apaçık beyan etti. İhlâs ve itaatte dosdoğru olun. İh-las ve itaatte ayrılığa düşmeyin." [Şurâ - 13]

b) Kur'an-ı Kerimin Vahye dildiğini sarahaten gösteren âyetler:
»"Ve sizi onunla inzâr etmek için bu kuran bana vahyolundu." [En'âm - 19]
»"Biz bu Kur'ânı sana vahye-derek en güzel ifade ile sana anlatacağız." [Yusuf - 3]
»"Ve böylece şehirlerin anasıyle etrafındakileri inzaretmek için biz sana arapça olarak Kur'ân-ı vahyettik." [Şurâ - 7]
»"İştebiz, sana da böyle ce emrimizden bir ruh vahyettik. Halbuki [Vahyden evvel ] kitab nedir, imân nedir sen bilmezdin. Fakat biz onu bir nur yaptık. Bununla kullarımızdan kimi dilersek ona hidayet veririz, şüphesiz ki sen herhalde doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun." [Şurâ - 52]

c) Hazreti Muhammedi Vahye tâbi olması hususunda mevcut âyetler:
»"Ben ancak bana vayolunana tâbi olurum."[Yunus - 15, Ahkâf - 9]
»"Rabbın tarafından sana vayolunana tâbi ol." [En'am - 106]
»"Deki: Ben ancak banavahyolunana tâbi olurum." [A'râf - 203 ]
»"Sana vahyolunana sımsıkı sarıl." [Zuhrûf - 13]

d) Vahyin okunması hakkında Kur'ân-ı Kerimde mevcut âyetler:
»"Sana vahyettiğimizi onlara okuyasın."[Ra'd - 30]
»"Kitabdan sana vahyolunanı oku."[Ankebût - 45]
»"Allahın kitabından sana vahyolunanı oku."[Kehf - 27]


Vahyin Başlangıcı

   Vahyin başlangıcının nasıl olduğunu, bize en güzel şekilde anlatan Hazreti Âişe'dir. "Allahın elçisine ilk gelen vahy, uykuda iken sadık rü'ya ile başlamıştır. Onun her gördüğü rü'ya sabah aydınlığı gibi tezahür ederdi. Sonra kendisine yalnızlık sevdirildi. Artık Hirâ mağrasında ibadet ediyor, azık almak için evine geliyor ve tekrar aynı mağaraya dönüyordu. Nihayet Allahın Resulü Hirâ mağrasında bulunduğu bir sırada vahy geldi. Ona melek gelip "Oku" dedi O da "ben okumak bilmem" cevabım verdi. Hazreti Peygamber buyururlar ki:
O zaman melek beni alıp takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı ve
- "oku" dedi, bende
- "okumak bilmem" dedim.
O beni yine takatim kesilinceye kadar sıktı ve sonra yine
- "oku" dedi, bende yine
- "ben okumak bilmem" dedim ve beni tekrar alıp 3. cü defa sıktı ve beni bıraktıktan sonra Alak suresinin ilk beş ayetini okudu.
Bu âyetleri alan Allahın Resulü, yüreği titreyerek, eşi Haticenin yanına geldi ve
- "beni örtünüz, beni örtünüz" dedi.
Korkusu geçinceye kadar onu örttüler. Sonra başına gelen olayı eşine anlattı.
- "Kendimden korkuyorum." dedi.
Bunun üzerine eşi
- "Allah yemin ederim ki, Rabbin seni hiç bir zaman utandırmaz. Çünkü sen akrabanı gözetirsin, âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakire verir, misafiri ağırlar, hak yolunda halka yardım edersin" diyerek onu teselli etti.
Bundan sonra Hatice, Hazreti Peygamberi alıp, amca zadesi Varaka ibn Nevfel'e götürdü. Bu zât cahiliyye çağında hristiyan olmuş, ibraniceyi bilir ve İncilden nasibi nisbetinde birşeyler yazardı. O günlerde gözleri kör idi.
Hatice, Varakaya
- "Amcam oğlu dinle bak, kardeşinin oğlu ne söylüyor ?" dedi.
Varaka:
- "kardeşimin oğlu ne var"' deyince,
Rasulullah, başından geçenleri anlattı.
Bunun üzerine Varaka:
- "Bu gördüğün, Allahın Musa'ya indirdiği Namusu Ekberdir. Keşke senin davet günlerinde genç olsaydım da kavminin seni çıkaracakları zamanı görseydim" dedi.
Allah'ın Rasulû de :
- "Onlar beni çıkaracaklar mı?" diye sordu. O da
-"Evet, Senin gibi şeyle gelen hiç bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın, şayet senin davet günlerine yetişirsem, sana yardım ederim" diye cevap verdi.
Çok geçmeden Varaka vefat etti. Yine o sıralarda bir müddet için vahy kesilmişti. Yine Hazreti Peygamberden rivayetle: Fetreti Vabyden sonra, Hirâ'da iken semadan bir ses işittim, gözlerimi yukarı kaldırdığımda, gökle yer arasında arş üzerine oturmuş olan meleği gördüm ve korktum,eve döndüm ve beni örtün dedim. Allah bana (ey örtüsüne bürünen kimse, kalk inzâr et ....). Artık bundan sonra vahy sıklaştı ve devam etti. [28]
Güvenilir kaynakların beyanına göre ilk vahy geldiğinde Hazreti Peygamber 40 yaşında idi (MS. 610). Kur'ân-ı Kerimin ifadesinden anlaşıldığına göre, O, Ramazan ayında kadir gecesinde indirilmiştir. Bu günün de Pazartesi olduğunda ittifak vardır. İhtilaf edilen nokta, Ramazan içerisinde bulunan kadir gecesinin hangi gece olduğunun bilinmemesidir. El-Bakara sûresinin 185. âyeti Kur'an-ın, Ramazanda indirildiğini açık bir şekilde beyan eder. Yine açık bir ifade ile, onun kadir gecesinde nazil olduğu, kadir sûresinde bildirilir. ed-Duhân suresinin 1-6. âyetlerinde geçenı "Kur'an-ı mübarek bir gecede indirdik" lafzındaki mübarek kelimesinden kadir gecesi kastedilirse ortada bir problem kalmamaktadır. Bazıları bu mübarek gecenin beraat gecesi olduğunu söylemeleriyle Kur'an-ın iki nüzûlü olduğu ortaya çıkmaktadır.
Biri el-Levhu"l-Mahfuz'-danı dünya semasına (Beytu'l-İzzete) inzaldir.
İkincisi de oradan Cibril vasıtasıyla Hazreti Peygamberin kalbine tenzildir. [29] Birinciye inzal, ikinciye tenzil denir. O halde Kur'an kadir gecesinde dünya semâsına toptan inzal olundu. Sonra oradan da 23 sene zarfında zaman aralık-larıyla ihtiyaca binaen parça parça indirildi. İnzal tüm olarak indirmeye, tenzil ise cüz cüz indirmeye delalet etmektedir. (O küfredenler, söyle dediler: Ona Kur'an bir hamlede toplu bir halde indirilmeli değilmiydi?. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle [yaptık]. Onu âyet âyet ayırdık. Onlar sana bir misal getirmeye dursun. Biz sana Hakkı ve tefsirin daha güzelini getirdik). [30] âyeti bu hususu teyid etmektedir.
»"O çok şerefli bir Kur'an dır ki o, mahfuz bir levhadadır"[el-Buruc 21-22] âyetlerinin ışığı altında, onu kadir gecesinde inzal edildiğini ve ilk nüzulün 17 Ramazana tesadüf ettiğini görüşü de en kuvvetli olanlardandır. Ramazanın ilk gecesinden son gecesine kadar, her gecenin kadir gecesi olduğuna dâir rivayetlere rastlanmaktadır. [31]


Vahyin Keyfiyeti

Daima kendisinin bir beşer olduğunu ifade eden Hz. peygamberin, maddi alemden tecerrüd edip, manevî âleme yönelmesi melek tabiatına bürünerek en yüksek mebde ile irtibat temin edip Hitabı İlahiyi dinlemesi, beşer gücünün tahammül edeceği kolay işlerden değildir. Bu işin ağırlığını bizzat Kur'ân-ı kerim teyid etmektedir.
»"Hakikat biz sana ağır bir söz vahyediyoruz". (el-Müzzemmil 5)

Biliyoruz ki bu gün ilim bulduklarıyla öğünmekte, fakat daha bilinmeyenler yanında, buldukları bir hiç mesabesinde kalmaktadır. İlim ve tekniğin başarılarına rağmen, insan oğlunun ruhi hallere ait bilgisi çok kısırdır. Psikoloji ilim olabilme yoluna ancak daha yeni yönelmiştir. Bu bakımdan en yüksek ruhî hallerden biri olan. vahyin hakikatını kavramaya imkân yoktur. [32] Hakikatini anlıyamıyoruz diye onun vâki olduğunu inkâr edemeyiz. Kur'ân-ı Kerim'de geçen vahy kelimesinin delalet ettiği manalarda gördüğümüz gibi, o çeşitli anlamlara gelmekte, canlılara, cansızlara ve hatta akıllılara ve akılsızlara da indirilmektedir.
Her birinin tezahürü başka başka olmakta ve çeşitli isimler almaktadır. Hristiyanlar da vahyi inkâr etmezler, fakat onu daha ziyade ilham manasına alırlar. [33] Biz müslümanlar gibi, vahyin Allahtan bir melek vasıtasiyle nazil olduğunu kabul etmezler. Aklı bâtından, ruhani nefsi hafiden coşan işlere vahy adı verirler. Biz müslümanlara göre vahy hariçten gelir. Maddecilere göre ise, insanın kendi içerisinden feyz ile coşar. [34] Ruh âlemimiz sırlarla örtülmüş durumdadır. Anlıyamıyoruz diye bir şeyi inkara kalkışmak akıl kârı değildir. Eğer böyle bir şey olmuş olsaydı, insan oğlu daha pek çok ilmi hakikatları inkar etmek mecburiyetinde kalacaktı. Bütün bunlara rağmen, vahvi modern ilim yolu ile halletmeye kalkışmak bizi tehlikeli bir çıkmaza götürebilir. Çünkü vahyin mantığı müsbet ilimlerinkine benzemediği gibi, onunla mukayese etmek te mümkün değildir. Vahyin sahası ve bildirdikleri tecrübi ve sosyal ilimlerinkinden tamamen ayrıdır.

Tecrübi ve sosyal ilimler tabiatı ve ondaki olayları determinizm prensibine uygun olarak inceler ve konusu içine girmeyen şeylerle alakalanmazlar. Onların tümden ge-lim, tüme varım veya sentez ve analize dayanan metodlarını vahye tatbik edemeyiz. Edildiği taktirde tehlikeli iltibaslara yol açar. Çünkü vahy, tüme varım veya tümden gelim metodu ile elde edilen bir bilgi değildir. Onun için tecrübî ve sosyal ilimlerin metodunu, metafizik bir mesele olan vahye tatbik edemeyiz. Vahy, fıtri olan beşeriyetten bir an sıyrılmaktır, insanda mevcûd olan aklı bâtın ve şuur altı gibi hallerle, vahy meselesi halledilemez. Çünkü vahy, Hazreti Muhammedin aklı zahir ve aklı bâtınının mahsûlü değildir ve olamaz da. Pozitif ve negatif elektrik uçlarının birleşmesiyle meydana gelen ışık olayı gibi de izah edilemez. Çünkü vahy'de ruh gibi esrarı ilâhiyedendir. Sözün kısası vahy keyfiyeti, Allah ile Peygamber arasında kalmış bir sır olduğundan, insan oğlunun onu tam olarak anlaması mümkün değildir.

Müsteşriklerin mühim bir ekseriyeti, Kur'ân-ın bir vahy mahsûlü olduğunu inkâr ederler. Onlarla olan ihtilafımız, menşe ve metod meselesinden ortaya çıkmaktadır. Onlar, meseleyi -Müslümanlar gibi teolojik olarak telakki etmemekte- sosyal ilimler açısından ele aldıklarından işin başlangıcında metodda anlaşamamaktayız. Başlangıçta bir anlaşma olmayınca, neticelerde de bir anlaşma olmayacağı kendiliğinden ortaya çıkar. Kur'ân-ın bir vahy mahsulü olduğu kabul edilmeyince, kendilerince ona bir kaynak aramak icab edecektir. Bu sebebteıı dolayı, hemen, hemen bütün müsteşrikler Kur'âna bir kaynak aramakta gecikmemişlerdir. [35]


Vahyin Geliş Şekilleri (mertebeleri)

Vahyin geliş şekli hakkında Kur'an'da bir sarahat yoktur. Bu hususta ancak Hazreti Peygamberin sözlerinden bir fikir edinebilmekteyiz. Hazreti Peygambere vahy çeşitli tarz ve şekillerde gelmiştir. [36]
1- Vahyin ilk şekli, Hazreti Peygamberin uyku halinde iken gördüğü sâdık rüyalardır. Hazreti Peygamber sonradan zuhur edecek hakikatları bu rüyalarla görmüş oluyordu. Bu rüyalara "er-Rü'ya es-Sâdıka" veya "er-Rü'ya es-Sâliha" demekteyiz. Hazreti Âişe'nin" Rasulullah hiç bir rüya görmezdi ki sabah aydınlığı gibi çıkmasın" [37] sözleri vahyin bu çeşitine işaret etmektedir.

2- Hazreti Peygamber uyanık iken melek görünmeksizin kalbine ilâhi vahyin ilkâ ederdi. Bunun sırf ilhamdan ibaret olmayıp vahy olduğuna dair Hak Taala zaruri bir bilgi yaratırdı.
»"Ruhu'l-Kuds kalbime, hiç bir nefis, rızkını tüketmeden ölmeyecektir diye üfledi (nefsetti). O halde Allahtan korkunuz, rızkınızı meşru vol-lardan güzelce arayınız." [38] haberi de vahyin bu derecesini haber vermektedir.

3- Cebrâilin insan (başka bir rivayete göre "fetâ" delikanlı) [39] suretin de gelip, Hazreti Peygambere vahy getirmesidir. Hazreti Peygambere en kolay gelen vahy budur. Siyer kitabları ekseriya Cibrilin, sahabeden "Dihye" nin suretine girerek geldiğini naklederler.

4- Çıngırak sesine benzer bir sesle gelmesidir ki, Hazreti Peygambere gelen vahyin en ağır şekli de bu idi ve melek görünmezdi. Hazreti Peygamber bu şekilde gelen vahyi çan sesine benzetmiştir. Ses kesildiği zaman, Hazreti Peygamber, vahyolunan sözleri aklında tutmuş oluyordu. Vahyin bu şekli, tehdîd ve vaîdi ihtiva eden âyetlere mahsus idi. Hazreti Âişedeıı rivayet edilen bir hadise göre, vahyin geliş şekli hakkında sual soran el-Hâris ibn Hişâm'a cevap olarak Peygamber:

»"Bazen bana çıngırak sesine benzer bir sesle gelir. Böylesi bana en ağır olanıdır. Onun söylediğini belledikten sonra, o benden ayrılırdı" [40] demiştir.
Hazreti Peygamber bu ses devam ettiği müddetçe titrer ve hitabın heybetinden korkardı. Ses kesilip kendine geldikten sonra, söylenen yüce söz kalbinde yer tutmuş olurdu. İbn Abbasdan rivayet edilen bir habere göre "Allahın Rasulü, kendisine indirilen âyetleri zaptetmede güçlük çekerler, bunun için de çok defa dudaklarını kımıldatırlardı. Bu sebeble Allah Taala »"Vahyi çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Onu toplamak ve kıraatini sabit kılmak bize aittir. Sana Kur'an-ı okuyunca sen de onun okunuşuna uy" [Kıyâme 16-18] âyetlerini inzal buyurdu.
Bundan sonra Peygamber, ne zaman Cibril gelse onu dinler, gittikten sonra da o nasıl okumuş ise öyle okurdu. [41]

5- Cebrâilin hey'eti asliyyesiyle görünüp ilâhî emri duyurmasıdır. Bu şekilde görünüşü iki defa vâki olmuştur. Birincisi bi'setin başlangıcında ve fetreti müteakip Hirâ mağarasında vuku bulmuştur. Gördüğü dehşetli manzara karşısında dayanamıyan Hazreti Peygamber, bayılmıştı. İkinciside Mirac'da, Sidretü'l-Müntehâ'da vâki olmuştur. Artık bu gibi şeylere alışmış olan Peygamber ikinci defa gördüğü manzara karşısında ilk seferki gibi korkmamıştı.

6- Hazreti Peygamber uyanık iken, Allah Taâla ile konuşması şeklinde vuku bulan vahy. Miraç gecesinde namazın farziyyeti ve Bakara sûresinin son üç âyetinin vahyedilmesi vasıtasız (elçisiz) olmuştur.

7- Cebrâilin, Hazreti Peygambere uyku halinde iken vahy getirmesi şeklidir. Bazı müfessirler "el-Kevser" sûresinin bu şekilde nazil olduğunu söylerler.


Vahy Esnasında Görülen Haller

Beşerin beşer sıfatları altında Allah Taâlanın hitabına muhatap olması güçtür. Yine bu sıfatlarla, meleklerle karşılaşmak ta kolay bir şey değildir. Böyle bir irtibat ancak beşeriyetten sıyrılıp, ınclekût âlemine girmekle mümkün olabilir. İşte Hazreti Peygamberin bu beşeri sıfatlardan sıyrılıp, vahy alır duruma gelmesi, onda bazı hallerin meydana gelmesine sebeb olmuştur.
Allahın sözünü dinlemek kendisine bir nevi heyecan ve korku ver-diğindan, onun vahy esnasında bazen buhranlı anlar geçirdiğine şâhid olunmuştur. Vücûdu titrer, yüzünün rengi değişirdi. Vahy esnasında en soğuk günlerde bile alnı terler, nefes alırken horultuya benzer bir ses çıkarırdı. [42] Eğer vahy, deveye binmiş olduğu bir zamana tesadüf etmiş ise, manevi ağırlığa tahammül edemiyen deve çöker ve Peygamber üzerinden inmek mecburiyetinde kalırdı. [43] Bir defa da Hazreti Peygamberin dizi, Zeyd ibn Sâbit'in dizi ile temas halinde iken vahy gelmiş, Zeyd o kadar bir ağırlık hissetmişti ki, bu ağırlık altında ayağı kırılacak gibi olmuştu. [44]

Vahy geldiğinde husule gelen gayrı tabii bir durumu Peygamberin etrafındakiler de hissetmişlerdi. Pek çok hadis mecmuaları Hazreti Ömerden şu haberi naklederler.
» "Vahy nazil olurken, Hazreti Peygamberin yanında, arı uğultusuna benzer bir ses işitilirdi". [45]
Yine Hazreti Peygambere vahy geldiğinde, üzerini örterlerdi. [46]
Peygamberde husule gelen halleri gören Kureyşli'ler, bazen ona kâhin, bazen sâhir, bazen de mecnûn demişlerdi. Onda görülen bu halleri bir çok avrupalı müsteşrik sara illeti zannetmişlerdi. Bütün bu haller, onun manevi cephesini anlayamamaktan ileri gelmektedir.


Vahylere Ait Bazı Terimler

Hazreti Peygambere muhtelif zaman ve mekanlarda ve çeşitli şartlarda vahyler gelmiştir. Bu vahyler durumlarına göre tefsir ilminde bazı terimlerle ifade edilmiştir. Şimdi biraz da bunlar üzerinde duralım. [47]
El-Hadarî : Hz. Peygamber seferde ve misafirlikte bulunmadığı zamanlarda nazil olan vahiylerdir. Kur'ânın ekserisi bu şekilde nazil olmuştur.
Es-Seferî : Hz. Peygamber seferde, savaşta veya yolculukta bulunduğu esnada nazil olan vahiylerdir.
En-Nehâri : Gündüz nazil olan âyetlerdir, İbn Habib Kur'ânın ekserisinin bu şekilde vahyedildiğini söyler. Müminlerin anası Hazreti Aişeden de Kur'ân-ın ekserisinin gündüz nazil olduğuna dâir haberler bize ulaşmaktadır. [48]
El-Leyli : Geceleyin vahyedilen âyetlerdir. Meselâ:
a) Kıblenin değiştirilmesi hakkındaki âyet (Bakara 144), Buhari ve Müslimin, İbn ömerden naklettikleri bir habere göre, Küba mescidinde sabah namazı kılındığı sırada nazil olmuştur. [49]
b) Âl-i İmrân sûresinin sonunun, îbn Hibban ve İbnu'l-Munzir tarafından geceleyin nazil olduğuna dâir bir haber nakledilmektedir. [50]
c) el-Feth sûresinin, ilk âyetleri, el-Buhârideki bir habere göre geceleyin nazil olmuştur. [51]
d) el-Hac sûresinin evveli ve el-Kassas sûresinin 56. cı âyeti de gece nazil olmuştur. [52]
Es-Sayfî : Yaz mevsiminde nazil olan âyetlere bu isim verilmiştir. Meselâ:
a) en-Nisâ sûresinin 176. cı âyeti, yazın Haccatu'l-Veda da nazil olmuştur. Bu esnada nazil olan diğer ayetler de sayfidir.[53]
b) el-Beyhakî, ed-Delâlinde zikrettiğine göre, şiddetli sıcaklar esnasında vuku bulan Tebük gazvesi esnasında nazil olan âyetler gibi. [53]
Eş-Şitâî : Kış mevsiminde nazil olan âyetlerdir. Meselâ, en-nûr sûresinin 11-26 âyetleri ile Hendek gazvesini anlatan el-Ahzâb sûresinin ilgili âyetleri soğuk bir günde nazil olmuştur. [53]
El-Firâşi: Hz Peygamber yatağında iken nazil olan âyetlere denir (el-Mâide, 67) âyeti, Ümmü Selemenin yanında iken geceleyin nazil olmuştur. [53]
En-Nevmî : Hz. Peygamber uykuda iken nazil olan vahiylere denir. Müslümin, Enesden rivayetine göre el-Kevser, sûresi böyle nazil olmuştur.
El-Ardî : Hz. Peygamber yeryüzünde iken nazil olan âyetlere denir ki, Kur'anm hemen hemen hepsi bu şekilde indirilmiştir.
Es-Semâî : Hz. Peygamber semada iken nazil olan âyetlerdir. Bakara süresinin 285. ci âyeti olan miraçta iken nazil olmuştu.

Yukarıda saydığımız, vahye ait bu terimlerin ihtiva ettiği âyetler ileride görüleceği üzere, Mekkî ve Medenî olmak üzere ikiye ayrılır.


Vahy Kâtipleri

İslâmiyetin ilk günlerinden itibaren Hz. peygamber vahy katibleri ittihaz etmiş idi. Kendileri ümmi olduğundan, risaletinin başlangıcından vefatlarına kadar yazı bilen birçok sahabe, peygambere gelen vahiyleri yazmışlardı. Bunların adedi 40 a kadar varır. İbn Hacer Mekkede ilk vahy kâtibinin Abdullah ibn Sa'd ibn Ebi Sarh olduğunu söyler. Bu şahıs irtidad edip sonradan yine müslüman olmuştur. [54]

Medinede ise ilk vahiy kâtibi Ubeyy ibn Ka'b idi. Ondan sonra da devamlı olarak Zeyd ibn Sabit yapmıştır.[55] İbn Hacer yine aynı sahifede, Hazreti Peygambere kâtiblik yapmış olanların isimlerini vermektedir. el-Yakûbî tarihinde vahy katibleri olarak şu isimleri zikretmektedir. "Ali ibn Ebi Tâlib, Osman, ibn Affân Amr ibu'l-As, Muâviye, Şurahbil ibn Hasene, Abdullah ibn sa'd ibn Ebi Sarh, el-Mugire ibn Şu'-be, Muâz ibn Cebel, Zeyd ibn Sabit, Hanzala ibn er-Rebî,' Ubeyy ibn Ka'b, Cehm ibn es-Salt, el-Hüseyn en-Nemeri". [56]

Bunlardan başka vahy katibliği yapmış şu meşhur şahsiyetleri de zikredebiliriz. Ebû Bekr, Ömer ibnu'l-Hattab, Zübeyr ibnu'l-Avvâm, Âmir ibn Fuheyre, Ebân İbn Saîd, Abdullah b. Erkarn, Sabit b. Kays, Abdullah b. Zeyd, Hâlid ibn Velid, el-Alâ ibn el-Hadremî, Abdullah ibn Ravâha, Huzeyfe ib-nu'l-Yemân, Muhamıned ibııu'l-Mesleme... Müsteşriklerin eserlerinde de vahy kâtiblerine rastlanılır.[57]

Onlar böyle bir müessesenin varlığını kabul ederlerken, bazıları da, ilk devirde Kur'an kitabetinin bahis konusu edilemiyeceğini söylemektedirler. Böyle bir hal onların ne kadar bir kararsızlık içinde olduklarını göstermesi bakımından önemlidir.

Burada şöyle bir sual akla gelebilir. Acaba Kur'ânı Kerim, ümmi olan Peygamberin vahiy kâtiplerine sadece yazdırmasıyla mı kalmıştı ? Böyle bir suale evet diyemiyeceğiz. Çünkü, Kur'ân-ı Kerim her sene Hazreti Peygamber tarafından, o ana kadar nazil olan kısımlarının Cibrile arzedildiğini biliyoruz. "Hazreti Peygamber ramazan gecelerinde Kur'ânı Cibrile arzederdi" [58] Başka bir haberde ise "Cibril her sene Peygamberle karşılıklı olarak Kur'ânı biribirlerine arzederler, son senesinde ise bu arz işi iki defa vâki olmuştur". [59]

Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, Kur'ânı Kerim sadece kâtiblerin yazdıklarıyle kalmıyor, yazmada veya hıfızda bir noksanlık olmaması için her sene Cibril tarafından tekrar edilerek kontrol edilmiş oluyordu.


Âyet

Âyet Kelimesinin Anlamı

Lügat manası, açık alâmet, işaret, nişane, manalarına gelen bu kelimenin çoğulu ay veya âyât'dır. Bir şeyin tanınmasına sebeb olan emmare manasına da kullanılır. Allah'ın varlığına delalet eden her şeye de âyet denilmiştir. Peygamberlerin hâk olduğunu isbat edici mahiyette olan mucizelere de âyet denebilir. Bunlardan başka âyet kelimesi ibret, mucize, alâmet, ibret, burhan manasına da kullanılır.

Bunlardan başka âyet kelimesi arapların dilinde el-Cemâa manasını ifade eder. [60]
Bu kelime ıstılah olarak, sûrelerin içinde evvelinden ve sonundan munkati olan, bir veya birkaç cümleden mürekkep bir kelamdır. Bununla beraber, Kur'ânı âyetlere ayırma kesin bir kaideye tabi değildir. Yani âyetlerin tayini kıyası değildir tevkifidir. Bunun için (Elif, Lam, Mim) , (Elif, Lam, Mim, Sad) birer âyet olduğu halde, (Elif, Lam, Ra ) tam bir âyet değildir, âyetten bir cüzdür.

Bir çok hükümleri ve cümleleri ihtiva eden uzun âyetler olduğu gibi, kendi başlarına bir hüküm ifade etmeyenler de yine bir âyet sayılır. (Er-Rahmân er-Rahîm, Mudhâmmetân gibi).

Âyetlerin son kelimesine, kendinden sonra gelen âyeti evvelkinden ayırdığı için, fasıla (çoğulu favâsıl) denmiştir. Bu kelimenin son harfine "harfu'l-fâsıla" tabir olunur. Bu fasılaların şiirdeki kâfiyeye veya secideki karineye benziyebileceği meselelerinden hareket edilerek, Kur' ân'da kâfiye ve seci bulunup bulunmadığı problemleri ortaya atılmıştır.[61]


Âyetlerin Tertibi

Ayetlerin tertibi tevkifidir. Nazil olan her âyetin hangi sûreni: neresine konulacağını Hz. Peygamber bilir ve yazılmasını vahy kâtib lerine emrederdi. Bu hususta icmâi ümmet vardır. Artık burada rey ve içtihad bahis konusu değildir. Cebrail, ona vahy getirdikçe, her âyetin yerini de söylemiştir. Hz. Peygamber yeni vahyedilen âyetleri namazda okur, va'zu nasihatta onların ahkâmından bahseder ve her sene Cibrile arzederdi. Son sene de ise bu arz iki defa vuku bulmuştur. Hafızlar da bu şekilde ezberlemişlerdi. Ebû Bekr devrinde Kur'ân-ın tedvini ve Osman devrinde ki teksirinde de âyetlerin tertibi hususunda bir değişiklik olmamıştır. Bu hususta tam bir icmâ vardır. Artık bunda bir şüphe varit olamaz. Âyetlerin tevkifi olduğunu teyid eden pek çok haberler bize kadar ulaşmaktadır.[62]

İlk Ve Son Nazil Olan Âyetler

El-müddessir, el-Fâtiha ve Besmelenin ilk nazil olduğunu söyleyenler varsa da, ekseri âlimler, ilk nazil olan âyetlerin el-Alak sûresinin ilk beş âyeti olduğunu bildirmektedirler. Vahyin nasıl başladığını bildiren haber de bunu teyid etmektedir. Medine'de ise ilk nazil olan Bakara süresidir.

Son nazil olan âyet hakkında da tam bir ittifak mevcut değildir. Bu hususta birkaç görüş mevcuttur. Bu görüş sahiplerinin gösterdikleri her âyet en son nazil olan âyet olmaktadır.

1) Bakara 278
2) Bakara 281
3) Nisa 176
4) Tevbe 128 - 129
5) Nasr 1 - 3
6) Maide 3


Sûre

Sûre Kelimesinin Anlamı

Sûre kelimesinin lügat manası, yüksek rütbe, mevki, şeref, binanın kısmı veya katları manasına gelir. [63] Çoğulu "Sûver" dir. Cahiliyye devri şâirlerinden olan en-Nâbiga ez-Zübyânî, bir beytinde sûre kelimesini çok yüksek ve şerefli mevki manasında kullanmıştır.
» "Görmüyormusun Allah sana öyle bir mevki vermiş ki, o mevkinin altnda bütün kıratların bocalamakta olduklarını görürsün." [64]

Kur'ân-ı Kerim biri diğeri tarafından kesilmiş 114 sûreye ayrılmıştır. Bina katlarına sûre denildiğinden dolayı, Kur'ân-ın muhtelif kısım ve tabakaları teşkil eden parçalarına da böylece sûre adı verilmiştir. Her sûre Allah'ın Kelâmını ihtiva ettiğinden ve yüksek bir mevki işgal etmiş bulunduğundan bu ismi almış olması kuvvetle muhtemeldir. Müsteşrik Nöldeke, bu kelimenin aslının yeni İbrânice Sura (sıra) dan geldiğini, , H. Hirschfeld ise ibranice "seder" kelimesinin bozulmuş şekli olduğunu söylemektedir. F. Buhl ise, bu kelimenin menşeini göstermek için girişilen tecrübelere rağmen, nereden geldiğini bilmiyoruz demekle, yukar-daki iki müsteşrikin görüşünü kabul edemiyeceğini itiraf etmektedir.[65]

Kur'ân-ı Kerim âyetlerinde geçen sûre kelimesinin, muhteva bakımından ifadesi, Kur'ân tabiriyle aynı manadadır. Fakat dilin daha sonraki zamanlardaki kullanılışında, bu iki kelime birbirinden ayrılmıştır. "Kur'an" kelimesi yazı ile tesbit edilmiş ve bir araya getirilmiş vahiylerin adı olmuş, "sûre" ise, başlangıçta herbiri bir vahye delalet eden, fakat sonra Kur'ân-ın birçok vahy veya vahy parçalarından teşekkül eden kısımlarını ifade için kullanılmıştır.


Sûrelerin Tertibi

Sûrelerin tertibi hususunda islâm bilginleri arasında geniş bir ihtilaf vardır. Bazıları mevcut tertibin Hz. Peygamber tarafından yapıldığını, yani tertibin tevkifi olduğunu ileri sürerken, bazıları da, bu tertibin sahabenin içtihadlarıyle meydana geldiğini söylemektedirler. Her iki görüşü uzlaştırıcı mahiyette, bu tertibin kısmen Hz. Peygamber tarafından kısmen de sahabanin içtihadiyle meydana geldiğini söyleyen üçüncü bir görüş te mevcuttur.

Tertibin tevkifi olduğunu ileri sürenler, Hz. Osman zamanında yazılan ve imam ismi verilen mushafın bütün sahabe tarafından icmaen kabul edildiğini ona muhalefet edilmediğini ve diğer şahıs mushaflarının yakılmasının onun tevkifiliğine kâfi geleceğini söylemektedirler. Bu görüşü Ebû Ca'fer en-Nahhâs ve Ebû Bekr el-Enbârî desteklemektedirler. Tertibin, Sahabe içtihadına dayandığını kabul eden görüş sahihleri, sahabe elinde bulunan mushafların çeşitli tertiblerde oluşunu misal getirmektedirler. Bu görüşü de İmâm Mâlik desteklemektedir. Her iki görüşü birleştirmeye çalışan üçüncü görüş ise el-Kâdi Ebû Muhammcd b. Atiyyen'inkidir" sûrelerden çoğunun tertibi Hz. Peygamber zamanında biliniyordu. Seb'i tivâl, hamimler ve mufassallar gibi, bunun dışında kalanlar da ümmete râci kılınabilir" demektedir.

Zikrettiğimiz şu görüşlerin münakaşa edilebilecek tarafları mevcuttur. Hz. Osman'ın imam mushafı üzerine yapılan icmâ, sûrelerin ter-tertibinin tevkifi olduğuna delalet eder mi? Zira icmada sûrelerin tertibi şart koşulmuş mudur? bunu bilmiyoruz. Şahısların tertib ettikleri nıushaflarda bazı tertip ayrılıkları görülürse de, bu görülen ayrılıklar sûrelerin tevkifi olmadığına delalet edebilir mi? Delalet etmeyebilir de, Çünkü, bu mushafların sahipleri mushaflarını müslümanlar için değil kendi şahısları için tertip etmişlerdi. Hz. Osmanın, imam mushafı kabul edilince, bu mushafların sahihleri de mushaflarını terk ve yakılmalarına ınüsâde etmişlerdi. [66]

Sûreler uzunluklarına göre de tasnif edilirler: el-Fâtiha'dan sonra gelen 7 uzun sureye "es-Seb'u't-Tıvâl" denir. Ayetleri yüzden fazla veya buna yakın olan surelere "el-Mi'ûn", âyetleri yüzden az olan sûrelere "el-Mesâni", daha sonra kısa ve besmeleli fasılalar çok olan sureler vardır ki bunlara da "el-Mufassal" denir, el Mufassal da, et-Tı-val (uzun), el-Avsat (orta), el-kısâr (kısa) diye üç bölüme ayrılır.


Sûrelerin İsimleri

Sûreler isimlerini, ihtiva ettikleri garib bir kelimeden veya ifade et ikleri manadan alırlar. Bu bakımdan bazı sûrelerin birden fazla ismi vardır. Meselâ Fatiha sûresine yirmi kadar isim verilmiştir (Fâtihatu'l-kitâb, es-Seb'ul'l-Mesâni, Ummu'l-Kitâb, el-Kâfiye, el-Esâs, ed-Dua.... gibi). el-Enfâl sûresinin diğer bir ismi Bedr, İsra suresinin ki ise Subhân, en-Neml'in ki Süleyman, Fâtırın ki el-Melâikedir.
Bazen de iki veya ikiden fazla sûrelere müşterek bir isim verilmiştir. Meselâ, el-Bakara ve Âl-i İmrân surelerine ez-Zahrâvân, el-Falak ve en-Nâs surelerine el-Muavvizetân denildiği gibi.

Geçmiş Peygamberlere ait kıssaları ihtiva eden sûreler adı geçen . Peygamberlerin adlarıyle isimlendirilmişlerdir. Nuh, Hûd, ibrahim, Yusuf ve Muhammed sûreleri gibi.
Yine çeşitli kavim ve kabilelerden bahseden sureler ise, bunların isimleriyle adlandırılmışlardır. Benû İsrail, el-Melâike, el-Cin, el-Münafikûn, el-Mutaffifûn... gibi. Bütün bunlara rağmen, sûrelerin, içindeki mevzulara göre, adlandırılması mutlaka şart değildir. Meselâ, Musa-dan bahseden Tâ Ha, Kasas ve el-A'raf sûrelerinin hiç biri Musa suresi diye isimlendirilmemiştir.


Mekkî ve Medenî Sûreler

Sûrelerin Mekkî ve Medenî oluşu hakkındaki görüşler üç grubda toplanmaktadır.

1- Vahyin nazil olduğu mekan dikkate alınarak yapılan taksim:
Mekkede nazil olan âyetler "el-Mekkî", Medine de nazil olanlar ise "el-Me-denî"dir. Melekenin civarı olan Minâ, Arafat ve Hudeybiye gibi yerlerde nazil olanlar Mekkî, Bedir ve Uhut gibi Mediııeye yakın olan bölgelerde nazil alanlar Medenî addedilirler. Bunbırın dışındaki yerlerde ve seferlerde âyetler nazil olmuştur. Bu bakımdan, bu tarif bütünü kapsayamamak-tadır. el-Mekkî ve el-Medenî taksiminin dışında es-Seferî gibi bir bölüm de ayırmak icab etmektedir.

2- Hicret nazarı itibare alınarak yapılan taksim:
Bu görüşe göre hicretten evvel nazil olan vahyler el-Mekkî, hicretten sonrakiler de el-Medenî addedilmişlerdir. Meşhur olan da bu görüştür. Bu görüşe göre hicretten sonra Mekkede nazil olan âyetler de Medenî addedilmiştir. Bu tarif, nazil olan bütün vahiyleri iki bölümde ihata edebilmektedir. Geniş ihata kabiliyeti olmasından dolayı alimler arasında rağbet görmüştür.

3- Muhatablar nazarı dikkata alınarak yapılan taksim: Bu görüşe göre Mekkelilere hitab eden âyetler, "Mekkî", Medinelilere hitab eden âyetler de "Medeni" dir.
Bu taksim diğer bir deyimle şöyle de ifade edebilir: Mekke ahalisi üzerine küfür galib geldiğinden onlara" ya eyyü-hennâsu" ile hitab olundu. Medine halkına da iman gelebe ettiği için "ya eyyühellezine âmenu" formülü ile hitab edildi. Bu görüş te, bütün âyetleri iki bölümde ihata edecek mahiyette değildir. Mekkî ayetlerde "ya eyyühellezine âmenu" hitabı, Medenî âyetlerde de "ya eyvühennasu" hitablariyle karşılaşmaktayız.


Mekki ve Medeniyi Bilmenin Faydaları

Sûrelerin Mekkî veya Medenî olduğunu bilmenin çeşitli faydaları düşünülebilir. İşte sizlere onlardan bir kaç tanesi:

1- İki veya daha fazla âyetin, bir konuda ittifak etmeyip, bir birine muhalif gibi görünmeleri halinde, nâsihi mensûhdan ayırt etmekte-husule gelecek problemi çözmekte faydalı olacaktır. Bu husustaki âyet ve sûrelerin birinin Mekkî ve diğerinin Medenî olduğu bilinirse. Medenî olanın Mekkî olandan daha sonra nazil olduğu düşünülerek, nâsih ve mensûh kolaylıkla ortaya çıkar ve müşkil halledilmiş olur.

2- Genel olarak teşri' tarihi bilinmiş olur ve bunun hikmeti ve tedrici tekâmülü ortaya çıkar.

3- Bunu bilmek, Kur'an-ın tağyir ve tahrifden salim olarak bizlere ulaşmasını temin eder. Bu bakımdan müslümanların buna azamî ehemmiyeti vermeleri icab eder. Onlar, Kur'ân âyetlerinin ve sûrelerinin nazil oldukları yerleri iyi bilirlerse, bunların aleyhinde konuşanlara karşı susturucu cevabı verebilirler. Zaten Müslümanlar Kur'an-ı korumaya haristirler. Mekkî ve Medenîyi öğrenmek onlara en büyük yardımı sağlamış olur.


Mekkî ve Medenî Sûreler Arasındaki Farklar

Surelerin Mekkî ve Medenî oluşları hakkında Hz. Peygamberden bir açıklama gelmemiştir. Zira onun sağlığında sahabenin böyle bir beyana ihtiyacı yoktur. O halde sûrelerin Mekki mi, Medeni mi olduğunu bilmek sahabe ve tâbiûndan gelen haberlere dayanacaktır. Çünkü onlar vahyi müşahede etmişler ve vahiylerin zamanını ve sebebi nüzullerini gözleriyle görmüşlerdi. Böyle olmasına rağmen sûrelerin Mekkî ve Medenî olduğunu gösteren alametler de yok değildir.

1- Kur'ânın 15 sûresinde 33 defa geçen "kella" lafzının bulunduğu sûreler Mekkîdir. el-Ummânî, bunun hikmetini şöyle anlatır. "Kur?an-ın son yarısının ekserisi Mekkede nazil oldu. Mekkelilerin ekserisi mütekebbir kimselerdi. İşte bu lafızların tekerrürü ile onların durumu reddedilmiş ve onlar tehdit edilmişlerdir."

2- İçinde secde bulunan her sûre Mekkîdir.

3- el-Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri hariç -ki bunlar Medenidir-başlarında heca harfleri bulunan sûreler Mekkîdir.

4- el-Bakara sûresi hariç, içinde peygamberlerin ve geçmiş milletlerin kıssalarından bahseden her sûre Mekkîdir.

5- el-Bakara sûresi hariç-içinde Adem ve İblis kıssasını ihtiva eden her sûre Mekkîdir.

6- "Ya eyyühennasu" ibaresi bulunan ve "ya eyyühellezine âme-nu" bulunmayan sûreler Mekkîdir. Bunların istisnaları olduğunu daha evvelce görmüştük.

Aşağıdaki alemetleri ihtiva eden sûreler de Medenîdir:
1- Hudud ve miras payları (ferâiz) ihtiva eden sûreler

2- Cihâda izin ve cihâd hükümlerini ihtiva eden sûreler,

3- el-Ankebût sûresi hariç, içinde münafıklardan bahseden her sûre Medenîdir. Tahkike göre, el-Ankebut sûresi Mekkîdir. Ancak içinde münafıkların bahsedildiği ilk 11 âyeti Medenidir. [67]

Bunlardan başka Mekki ve Medenî sûreler arasında bir takım ayırt edici özellikler daha vardır ki, bunlar mana ve belagatla ilgili olduklarından daha fazla incelikleri ihtiva ederler.

Mekke ehline hitab eden sûreler kısa ve vecizdirler. Çünkü onun muhatabları fesahat ehli idiler. Milletin ve ferdin terbiyesi için, geçmiş milletlerden ve Peygamberlerden örnekler vererek, tedrici olarak ıslah yolunu tercih etmiştir. Onların şirk ve putperestliğine karşı, açık deliller vermek suretiyle karşı hücuma geçmiş ve onların körü körüne eskilere bağlılıklarını yermiştir. Allah'ın birliği peygamberleri, öldükten sonra dirilme ve ceza gibi hususlarda, muarızların akidelerinin bozukluklarını delillerle isbat edip onları doğru yola davet eder. Kendi varlığını ve birliğini afakî ve enfüsi delillerle isbata çalışır.

Medinelilere hitab eden sûreler ise, şeriatın vaz'ı ve tatbiki, ibâdât ve muamelât üzerinde durur. Ehli Kitabdan olan yahudi ve hristiyanların inanç!arındaki sapkınlıkları, işledikleri cinayetleri ve kitablarında yaptıkları tahrifleri beyân eder. Mekkî sûrelerde görülen vecizlik, Medeni surelerde aksine dönerek itnâb ve tatvil yolu tutulmuştur. [68] Kısaca, Mekkî sûreler, Allaha, meleklere, elçiye, ahirete ve kitaplarına iman gibi asil olan esaslarıyla, fertlere sağlam ahlâkı ve onları şahsiyet sahibi yapmayı hedef edinir. Medenî Sûrelerde ise, yukarıda zikredilen esaslarla beraber, aile ve cemiyet içindeki durum ve vazifeler gelir. Bundan başka cemiyetlerin cemiyetlere karsı vaziflerini de ele alır.

Ayrıca Mekkî ve Medenî süreler dört nev'e ayrılır:

1- Sûrenin tamamı Mekkî olur.
2- Sûrenin tamamı Medenî olur.
3- Mekkî olan sûre için de bazı Medenî âyetler bulunur.
4- Medenî olan sûre içinde Mekkî âyetler bulunur.

Böyle bir nevi ayırımını yaptıktan sonra, sûrelerin kaç tanesi Mekki kaç tanesi Medenî veya kaçtanesinin karışık olduğu üzerinde de ulema ittifak edememişlerdir. [69] es-Suyûtî'ye göre 82 tanesi Mekki, 20 tanesi Medeni ve geriye kalan 12 tanesi ihtilaflıdır. Ubeyy b. Ka'b'a göre 87 si Mekki, 27 si Medenidir. Nöldekeye göre 90 Mekkî, 24 tanesi de Medenîdir. Mısır Meliki Fuâtın 1342 de ilmi bir heyete tetkik ettirerek bastırdığı mushafa göre sûrelerin 86 sı Mekkî, 28 i Medenîdir. Bu mushafın her sûresi başında, sûrenin mekkî veya medenî oluşu, Mekkî sûrelerde medenî olan âyetler, medenî, sûrelerde mekkî olan âyetler, her sûrenin hangi sûreden sonra nazil olduğu, her sûrenin ihtiva ettiği âyet sayısı bildirilmektedir.


Kur'an-ı Kerimin Yazı İle Tesbiti, Cem'i ve Teksiri


Kur'an'ın Yazı ile Tesbiti

Kur'ânı Kerim, hâdiselere uygun olarak zaman 'aralıklarıyle kısım kısım 23 sene zarfında tamamlanmıştır. Kendisine nazil olan vahiyleri Hz. Peygamber derhal vahiy kâtiblerine yazdırmıştır. Kendisi okuma ve yazma bilmeyen bir ümmi idi. Bu hususu Kur'ân-ı Kerim şöyle açıklar.

» "Sen bundan [yani Kur'ân'dan] evvel bir kitab okumamış ve sağ elinle de yazma mistin" [Ankebût - 48]
» "Onlar ki ümmi olan resul ve nebiye tâbi olurlar..." [A'râf - 157]

Onun ümmi olduğunu târih bütün açıklığı ile göstermektedir. Hz. Peygamber, nazil olan Kur'âıı âyetlerini hafızasında tutar, derhal vahy kâtiblerine yazdırır, hem yanındakilere ve hem de namazlarda okurdu. Bu bakımdan Kur'ân-ı Kerim, ilâhi kitablar arasında, olduğu gibi kalan, dili değişmeyen ve hiç bir ilâhi kitaba nasîb olmayan bir mazhariyete ulaşmıştır. Hz. Peygamber nazil olan bu münferit kısımların bir kitabda toplanmasının muradı ilâhi olduğunu biliyordu. Bizzat Kur'ân bunu teyid etmektedir.

» "Bu kitab, çok kerim bir Kur'ândır, masun ve mahfuz bir kitâbdır. ona yalnız temiz olanlar dokunabilir.
[Vâkıa - 77-79]

Bu âyette ona pak olanlar dokunabilir dediğine göre, onun mutlaka bir şey üzerinde yazılı olmasını icâb ettirir. Fakat bu vahiy, Peygamberin hayatı müddetince devam edeceğinden bir kitab halinde bir araya getirilemiyordu. Kur'ân-ı Kerimin iki kapak arasında resmi bir mecmua veya bir kitap halinde toplanabilmesi ancak o muhterem zatın vefatından sonra mümkün olabilmiştir.

Yukarıda Hz. Peygamberin, kendisine vahiy geldikçe, gelen vahiyleri, vahiy kâtiblerine yazdırdığını söylemiştik.
Hz. Peygamberin gelen vahiyleri vahiy kâtiplerine vazdırdığına dair haberler, gerek hadis ve gerekse târih kitablarmda yer almaktadır. Bir haberde Hz. Berâ şöyle demektedir:
»"Resulü Ekrem âyeti nazil olduğu zaman,bana falanı çağırın, çağrılan şahıs mürekkeb, kalem ve üzerine yazı azılacak malzeme ile geldiğinde ona, yaz dedi". [70]

Hz. Peygamberin vefatından sonra, Hz. Ebû Bekr devrinde, Kur'ân-ın cemi esnasında yazılı oları âyetlerle birlikte iki şahit getirilmesi istenmişti. Gelen vahyi, yazma işi islâmın ilk devirlerinde dahi görülür.

İlk Müslümanlardan olan Hz. Ömerin Müslüman oluşunu İhn Hişam tarihinde anlatırken kız kardeşinin elinde "Ta Ha) sûresinden yazılmış bir sahife olduğunu zikretmektedir. [71] Yine hadis mecmualarında bulunan bir habere göre "biz düşman toprağına sefere çıktığımızda, Kur'ân nüshalarını taşımaktan nehyolunmuştuk. Bunun sebebi, o müshaların düşman eline geçmesi korkusu idi". [72] Hz. Peygamberin" "benden Kur'ân'dan başka bir şey yazmayın, eğer Kur'ân'dan başka birşey yazdınız sa, onu imha edin" [73] demesine rağmen asrı saadette bazı şahısların hadisleri yazdıklarına dâir, haberler mevcuttur [74] T. Nöldeke de, milâdi 622 yılından evvel bile Kur'ân-ın yazılmış kısımları vardır. [75] demektedir.

Bazı batılı müsteşrikler, bilhassa Arthur Jeffery neşretmiş olduğu İbıı Ebi Davud'un, Kitâbu'l-Mesâhif adlı eserinin mukaddimesinde, Peygamber vefat ettiği zaman kavmin elinde Kur'ânın yazılı olarak bulunmadığını zikretmektedir. Sözünün doğruluğunu da isbât edebilmek için şunu delil getirmektedir: "Hz. Ebû Bekrin hilafetinde Yemâme muharebelerinde bir çok kurrâ şehit düşmekte ve bu durum karşısında Hz. Ömer Kur'ân-ın zayi olacağından korkmakta ve bu endişesini Ebû Bekre izhar etmektedir. Jeffery bu habere istinad ederek, eğer Kur'ân Peygamberin sağlığında yazılı olsaydı, Ömer'in böyle bir endişeye düşmesine lüzum hasıl olurmuydu ? diye bir sual sorup, bu suale yine kendisi şöyle cevap vermektedir. Kur'ân yazılı olmadığından böyle bir endişeye lüzum duyulmuştur.[76]

Burada Jeffery'in gayesi ne olursa olsun, o ve onun gibi düşünenler, bazı esasları anlamadıkları veya anlamak istemedikleri anlaşılmaktadır. Çünkü İslâmiyetin başlangıcından itibaren, Kur'ân-ın ulaşmış olduğu mazhariyeti gölgelendirip, onu Müslümanlar ve Müslümanların gayri olan topluluklarda değerini düşürmek veya bir hiç meıızelesine indirmek, İslâmiyete karşı olan gayzını ifade için Kur'ân Peygamberin tasnif ettiği bir kitabdır. Hatta onu söyleyen meczubun biridir veya kitabdaki sözleri falan dine mensûb olan birinden alınmıştır [77], demeleri, yâni Kur'ânı tamamen inkâr metodu artık muhatablarını ikna etmek şöyle dursun, bu metodu ihdas, edenleri aldatmaktan başka bir faydası olmamıştır.

O halde başka bir yola baş vurmak lâzımdır, îşte başvurulan, bu yeni metodu Jeffery'de görmekteyiz. Bahsettiğimiz eski metodda gaye, Kur'ânı Kerimin bir Kelâm-ı ilâhi olduğunu reddedip, onu kendi mukaddes kitablarından çok aşağ bir dereceye indirmektir. Şimdiye kadar bu metod bir netice vermeyince, hiç olmazsa Kur'ân'ı elde mevcûd mukaddes kitabları seviyesine yükseltmek istemektedirler. Zâten onlar Kur'ân'ı kendi kitabları zaviyesinden inceledikleri için onu müphem ve anlaşılmaz bulurlar. Carra de Vaux "Kur'ân'ı çok müphem buluyorum. O hemen hemen hiç bir hâs ismi ihtiva etmemekte" [78] olduğunu söylerken, biraz sonra da "Bu mukaddes kitabda Peygamberin kendisi hâriç, onun devrine ait iki şahsın ismi vardır. Onlar da Zeyd ve Ebû Leheb'dir" [79] demektedir. İşte bu misal onların hala dini taassuptan kurtulamadıklarını göstermektedir. Bu yeni metodun gayesi, bir taraftan Kur'ân'ın başlangıcındaki bir esası sarsmak, diğer taraftan da kendi mukaddes kitablarının, Kur'ân sayesinde asalet ve nezahetini temin etmektir. Bu da ancak başlangıçta kitabeti inkâr, sadece işitmeye hasretmekle temin edilebilecektir. Jeffery'in bu fikrini, Kahire Üniversitesi Profesörlerinden Dr. M. A. Draz şiddetle reddetmektedir. [80]

Yukarki fikri savunanlar bilmiyorlar mı ki, islâmiyetin zuhurunda ve bilhassa Kur'ânın öğrenilip öğretilmesinde, kitabetle sema aynı derecede beraber gitmiş dir. Hatta ilk günlerde, sahabe hadis kitabetinden men olunduğu zaman, ancak Kur'ân kitabetine müsade edilmişti. Buna ait vesika boldur. R. Blachere "Müslümanlığın ilk neslinin, vahiy metnini muhafaza hususundaki meşgalelerini gösteren haberler boldur. Bunlardan bazıları, bu tesbit isinin yazı ile olduğunu diğer bir kısmı ise şifahi olduğuna delalet etmektedir'' [81] derken, yine aynı sahifede vehiy kâtiblerinden bahsedip, gelen vahiylerin yazıldığına temayül göstermektedir.

Yine bu şahıs, Muhammed'in yazılı olarak vahiyleri tesbit etme fikrini, yahudi ve hris-tiyanlardan görüp almış olduğunu zikretmektedir.[82] Bu husustaki şu fikrin Hz. Peygamber tarafından yabancılardan alınmadığını, fikrin bizatihi kitabın kendisinde bulunduğunu evvelce söylemiştik. Blacherin buradaki sözlerinden elde edeceğimiz netice, Peygamberin, vahiyleri vazı ile tesbit ettirmiş olmasıdır.


Kaynaklar


1) Celaluddîn es-Suyûtî, el-İtkân fi Ulûmi'l-Kur'ân. Mısır ]368, I. 52.
2) Aynı eser, 1. 52; Bedruddin ez-Zerkeşî, el-Burhan fi Ulûmi'l-Kur'ân, Mısır 1376/1957, I. 278; el-Hatîb el-Bağdâdî, Tarifti" Bağdâd, mısır 1349/1931, II. 62; ibn Manzûr, Lisûnu'l-Arab, Beyrut 1374/1955, 1. 129.
3) el-İtkân, I. 52; el-Burhân, I. 278.
4) Lisânu'l-Arab, I. 129.
5) el-Burhân, I. 278.
6) el-İtkân, î. 52; Lisânu'l-Arab, I. 128.
7) el-Kıyame 17-18.
8) Suphî Salih, Mebâhisfi Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut 1965, s. 19; ez-Zerkânî, Menâhüu'l-irfan fi Ulûmi'l-Kur'ân, Mısır 1372, I. 7.
9) Menâhilu'l-Irfan, I. 7.
10) Menâhilu'l-lrfân, L 12.
11) Aynı eser, I. 10.
12) İslâm Ansiklopedisi VIII. 677.
13) el-Burhân, 1. 273.
14) el-Bakara 1-2
15) Lisânu'l-Arab, 1. 699
16) İslâm Ansiklopedisi, VI. 829; The Foreign, p. 248 - 249
17) el-Zuhrûf 1- 4
18) Âl-i İmrân 7
19) Furkan, 1.
20) İslâm Ansiklopedisi, IV. 699, The Foreign. p. 225-229.
21) Bkz. ez-Zümer, 23; el-Hicr 87.
22) Bu kelimenin Kur'ânın bütününü ifade ettiğini Hassan ibn Sabit'in şu beytinden çıkaranlarda vardır. Bu beyt için ve bu kelime'nin anlamları için bkz. Lisânu'l-Arab, XIV. 119-120., Fatiha sûresini ifade ettiğine dâir haberler için bkz. Muhammed ibn İsmail el-Buhârî, Sahihu'l-Buhâri, Mısır 1345, VI. 21; Ebû Abdirrahmân en-Nesâî, Sunenu'n-Nesâî, Mısır 1348/1930, II. 139; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, Mısır 1313, IV. 211, V. 114.
23)İslâm Ansiklopedisi, VII. 793.
24) Bkz. Lisânu'l-Arab, XV. 379-382; Sahih el-Cevheri, VI. 2519-2520; Vahy kelimesinin Kur'ânı Kerimde kullanılan çeşitli anlamları için bkz. Encyclopedie de l' İslâm, lV. 1149-1150; Mebâhis fi Ulûmi'l-Kuır'ân s. 22-27.
25) Encyclnpedie de l' İslam, IV. 1149.
26) Kâdi Beydâvi, Envâru'l enzil, İstanbul: 1296, II. 209.
27) Bu hususta diğer âyetler için bkz. el-Arâf 117, 160, Tâha 77, eş-Şuara 52, 63.
28) Muhammed İbn İsmail El-Buhârî el-Câmius-Sahih (Sahihu'l-Buhârî) Mısır 1345, 1. 3-4.
29) el-Burhân I. 228-232; el-İtkân, 1. 45.
30) el-Furkân sûresi 32-33.
31) EI-Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'ân, Mısır 1369/1950, XX. 135-137.
32) Vahyin akli delilleri, vahye karşı ileri sürülen şüpheler ve bunlara yapılan reddiyeler için bkz. Menâhilû'l-İrfân, 1. 66-84.
33) M. Reşit Rızâ, el-Vahyu'l-Mııhammedi, Mısır 1354/1935 s. 52
34) el-Vahyu'l-Muhammedi, s. 75.
35) Bu konuda pek çok çalışmalar yapılmıştır. Fazla bilgi için bkz. Viclor Chauvin, Bibliographie des Ouvrage Arabes ou Relatifs aux Arabes. Publies dans l'Europe Chretienne de 1810 â 1885, Paris , Toıne X, le Coran et la Tradition; J, D. Pearson, InHex Islamicus (1906-1955), (1956-1960), (1968-1965), (1966-1970), (1971-1972); (1972-1973), (1973-1974). W. Montgomery Watt, Bells Intrcduction to the Qur'ân, Edinbourgh 1970, p. 179-181.
36) Vahyin geliş şekilleri hakkında geniş bilgi için bkz. Sahihu'l-Buhari, 1. 1-5; Müslim b. Hac-câc el-Kuşeyrî, el-Câmiu's-Sahih (Sahihu Müslim), Mısır 1375/1955 (Muhammet! Fuâd Ab-dulbâki neşri), IV. 1816-1817; et-Tirmizi, Sunan, Kahire 1292, II. 286; en-Nesâî, Sünen, Mısır 1348/1930, II. 146-149; Ahmed Ibn Hanbel, Musnad, Mısır 1313, II. 222, VI. 158, 163. 256; Mâlik Ibn Enes, el-Muvatta (ve şarhuhu Tenvirul'-Havâlik li Celaluddin es-Suyûti) Mısır 1353, I. 206-207; İbnu'l-Kayyım el-Cevziyye, Zâdu'l-Meâd, Mısır Matbaatu'l-Meymeniyye, I. 18-19.
37) Sahihu'l-Buhâri I. 3.
38) el-İtkân, I. 46.
39) Sunen en-Nesâi, II. 146-147; Sahihu'l Bu hari I. 3.
40) Sahihu'l-Buhâri, I. 2; Sahihu Müslim IV. 1817; Musnedu Ahmed VI. 158-163; Sunen en-Nesâi, II. 146-147; Tenvirul-Havâlik. I. 206.
41) Sahihu'l-Buharî, I. 4.
42) Çeşitli haller için bkz. Sahihu'l-Buhâri, l. 2-4; Sahihu Müslim, IV. 1817; Sunani't-Tirmiti, II. 286; Musnedu Ahmed ibn Hanbel, I. 34, 464, VI. 163.
43) Musned II. 176.
44) Ebu Dâvûd, Sünen, Mısır 1371/1952, II. 11; Musned. V. 184, 190.
45) Musned I. 34.
46) Sahihî Müslim, II 836.
47) Geniş bilgi ve örnekler için bkz. el-Itkân. I. 19-23; Mebâhis, 170-174.
48) el-Burhân, I. 198.
49) Sahihu'l-Buhari, VI. 26; el-İtkân, l. 21; Mebâhis, s. 172-174.
50) el-ltkân, I. 21.
51) Sahihu'l-Buhari VI. 168-169; el-İtkân, I. 22; Mebâhis, s. 170-171.
52) el-Burhân I. 198.
53) el-İtkân I. 22-23.
54) İbn Hacer el-Askalânî, Fethul-Bâri bi şerhi Sahihi'l-Buhâri, Bulak 1300, IX. 18.
55) Fethu'l-Bâri, IX. 18.
56) Ahmed ibn Ebi Yakûb, Tarihu Yakûbi, Necef 1385. II. 64.
57) Inlroduclion au Coran, p. 12.
58) Sahihul-Buhârî, III. 35; Sahihu Müslim, IV. 1803; Sunanun-Nesâi, IV. 125. Musnedu Ah med, 1. 288, 363.
59) Sahihu Müslim, IV. 1904,1905; Musned I. 325, 326
60) Ayet kelimesinin lügat ve ıstılah manâları için bkz. Sihah el-Cevheri VI. 2275-2276; Lisânu'l-Arab, XIV. 61-62; Menâhilu'l-Irfân. I. 331-332; İslâm Ansiklopedisi. II. 62-64.
61) Kur'anda kâfiye ve seci bulunup bulunmadığı hakkında bilgi için bkz el-Burhân, I. 76. II. . 117; Te'vilu Mufküi'l-Kur'ân, s. 109; Regis Blachere inlroduction au Coran, p. 177-178; Theodor Nöldeke, Remargues critigues sur le siyle et la syntaxe du Coran, p. 6; T. Sabbagh, La Metaphore dans le Coran, p. 1. not. 2; E. Montet. Le Coran (Introduction) p. 49. Not. 6; Prof. M. Tayyib Okiç, Kur'an-ı Kerimin Üslûb ve Kıraati, s. 1-13.
62) Menâhilu'l-îrfân. I, 340-341.
63) Kelimenin çeşitli anlamları için bkz. Sıhah el-Cevheri, il. 690; Lisânu'l-Arab, IV. 386; Menâhilu'l-irfan, 1. 313.
64) Lisânu'l-Arab, IV. 386.
65) İslâm Ansiklopedisi XI. 48
66) Menâhilu'l-îrfân, I. 346-351.
67) Mekkî ve Medenî sûrelerin alâmetleri hakkınıda fazla bilgi bkz. Menâhilu'l-İrfân, I. 189-191.
68) Menâhilu'l-İrfân, I. 195-197
69) Sûrelerin Mekkî ve Medenî ayrımları için bkz. el-Burhân, I. 193-196; el-İtkân,I. 10-12; Me-nâhitu'l-İrfân, I. 191-191
70) Sahihıı'l-Buıhâri, VI. MI; Tarihu'l-Kur'ân. s. 42
71) es-Siretu'n-Nebevviyye, I. 343-344
72) Sahihu Müslim, 111. 1491; Sunenu Ebi Dâvud, II. 35; Sunenu Ibn Mace, II. 961: Musned'u Ahmed, II. 6, 10, 55, 63, 76; Tenviru'l-Havalik, II. y.
73) Sahîhu Müslim, IV. 2298
74) Sahîhu'l-Buhârî, I. 39; Süneni Ebu Dâvud. II. 286; Sünenu't-Tirmizi, (şerh) X. 131; Musned'u Ahmed, II. 162
75) İslâm Ansiklopedisi, I. 50"
76) Kitâbu'l-Mesâhif (Mukaddime) s. 5
77) es-Sifetu'n-Nebevviyye, I. 297, 393; Baron Carra de Vaux, Leş Penseurs de I'İslâm, Paris 1923 III. 83, 91; T. Nöldeke, Remarques criliques sur le style, (Tr. G. II. Rousquet, Paris) p. 6
78) Les Prtururs de' l' İslam, 111. 122.
79) Aynı eser. III. 121.
80) Dr. M. Draz, Initiation au Koran, Paris 1951, p. 29-30.
81) Introduction atı Corarı, p, 12.
82) Aynı eser, p. 18.

Kur'an-ı Kerim . Tefsir Dersleri . Kur'an Meâli . Sûrelerin Nüzûlü . Secaventler . Secde Ayetleri
Hatim Dûası . Mekki Sûreler . Medeni Sûreler . Kur'an Hakkında . Konu İndeksi

Bu Sayfa Diyanet Vakfı Yayınları arasında Çıkan Prof.Dr.İsmail CERRAHOĞLU' nun TEFSÎR USÛLÜ adlı Eserinden İktibas yapılarak hazırlanmıştır.

ANASAYFA